Hanefi Avcı'nın suçu ne?.. Göreceğiz?..
Zaten işim siyaset yapmak veya hükümete ya da cemaate çakmak değil... Benim işim medyanın aculluğunu, taraf tutuşunu eleştirmek...
ADNAN BERK OKAN
O kadar çok mail geliyor ki Hanefi Avcı'yla ilgili...
Neden yazmıyor muşum?..
Kitabı ilk yayımlandığında konuya çok hızlı girmiş, Avcı'yı savunmuşum...
Şimdi bir şeyden/birilerinden mi korkuyor muşum?
Dostlar!..
Birincisi, o yazılarımın hiç birinde "Avcı savunması" yok...
Hanefi Avcı hakkında iyi veya kötü yazanlara "sabır" tavsiyem var sadece...
"Hanefi Avcı'nın yazdıklarının tümü doğru" diyenlere de "Ne yazmışsa yalan" diyenlere de "siz savcı mısınız?.. Yargıç mısınız?.. Avukat mısınız?.. Siz kendi işinizi yapın, yani gazetecilik" diye sormak var...
Aksi halde hem Avcı'nın bütün yazdıklarının "Yalan" olduğunu iddia eden Mehmet Baransu hem de "Hanefi Bey ne yazdıysa doğrudur" diyerek onun avukatlığına soyunan Nedim Şener için nasıl, "kaybetti" diyebilirdim?..
Demek istediğim şuydu:
Hanefi Avcı ortaya bazı iddialar atıyor...
Biz gazeteciler ne yargıcız ne savcı...
Ne "yazdıklarının hepsi doğru" diyebilecek konumdayız...
Ne de "hepsi yalan, iftira" deyip hüküm verecek durumdayız...
Ve benim yazdıklarımın içinde ne hükümetle ne cemaatle ilişkili bir tespit vardı...
Zaten işim siyaset yapmak veya hükümete ya da cemaate çakmak değil...
Benim vazifem medyanın aculluğunu, taraf tutuşunu eleştirmek...
Medyayı ve köşe yazarlarını "objektif" olmaya davet etmek...
Şimdi geleyim korkup korkmadığıma...
Ya da birileri tarafından korkutulup korkutulmadığıma...
Korksaydım ve korkularıma göre "tavır" alsaydım halen ulusal gazetelerin en çok satanlarından birinde yazıyor olurdum...
Korksaydım, bu ülkenin medya devlerine ekranda parmağımı sallayıp, "bu gün ektiğiniz zulüm tohumları yerine sevgi tomurcukarı açacağını ve onları koklayacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz" demezdim...
O dediklerimden birkaç sene sonra bir medya devi çöktü, cezaevine atıldı...
Gerçi "çok hastayım" deyip tutukluluk sürecini hastane odasında geçirdi ama cezaevinden çıktığında elinde ne gazetesi kalmıştı ne televizyonu...
Diğeri ise son birkaç yılını sadece Türkiye'nin değil, Ortdadoğu'nun "en büyük vergi kaçakçısı" sıfatıyla ve her şeyine Devlet tarafından el konulmuş olarak yaşıyor...
Keza dönemin Cumhurbaşkanı'na ve başbakanına söylediklerim tanıyanların kulaklarında çınlıyordur...
Ama...
İtiraf ediyorum: Bugün, eskiden olduğum kadar cesaret sahibi değilim...
Bu bir ayıpsa, kabulüm...
Ayıp ediyorum...
Ama biliyorum ki yaptığım "suç" değil...
Lüfen cevap verir misiniz?
Hangi fırtına sürmüş sonsuza kadar?..
Güneş hangi karanlığın fiyakasını bozmamış her sabah?..
Bu fırtına da sönecek...
Fırtına Allah'ın sonsuz alemindeki boşluğa düşüp gidecek...
Bir daha geri dönüş gününe ve saatine yine Allah karar verecek...
Her gece yine bitecek her sabah güneşin ışıklarıyla...
Ziya Gökalp'in dediği gibi yani...
"Vatan için ölmek de var lâkin borcun yaşamaktır"...
Yaşamayı istemek, hele bu kadar acıdan, yokluktan ve yoksulluktan sonra yaşamayı (yaşamak dediğim hiç kimseye muhtaç olmadan ve en mütevazısından) istemek benim de hakkım değil mi?..
Lütfen daha fazla tahrik etmeyin...
Çünkü okumuyorum yazdıklarınızı...
Çünkü kimsenin avukatı, savcısı, yargıcı değilim...
Çünkü "köyün delisi - hak etmeyen birilerine avukat" olduğumda yaşadıklarımdan sonra çevremi ilk önce düşmanlarım değil, dostlarım(!) boşalttılar...
Düşmanlarım ise halen çevremde ve "suç" sayabilecekleri bir eylemimi bekliyorlar dört gözle...
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'i anlatmaya başlamadan önce, Yohanna İncil'i XII. Bap, 24. Ayet'i hatırlatır:
"Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki, toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, sadece bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa o zaman bereketli mahsul doğurur"...
Daha önce çok kere toprağa düştüm ve hatta kayboldum ama...
Birkaç taneye bürünüp başaklandıktan sonra tam olgunlaşmadan çıktım toprağın üstüne ve yine çiğnendim, gömüldüm...
Bırakın da bu kez "tam olgunlaşmadan dönmeyeyim"...
[email protected]
O kadar çok mail geliyor ki Hanefi Avcı'yla ilgili...
Neden yazmıyor muşum?..
Kitabı ilk yayımlandığında konuya çok hızlı girmiş, Avcı'yı savunmuşum...
Şimdi bir şeyden/birilerinden mi korkuyor muşum?
Dostlar!..
Birincisi, o yazılarımın hiç birinde "Avcı savunması" yok...
Hanefi Avcı hakkında iyi veya kötü yazanlara "sabır" tavsiyem var sadece...
"Hanefi Avcı'nın yazdıklarının tümü doğru" diyenlere de "Ne yazmışsa yalan" diyenlere de "siz savcı mısınız?.. Yargıç mısınız?.. Avukat mısınız?.. Siz kendi işinizi yapın, yani gazetecilik" diye sormak var...
Aksi halde hem Avcı'nın bütün yazdıklarının "Yalan" olduğunu iddia eden Mehmet Baransu hem de "Hanefi Bey ne yazdıysa doğrudur" diyerek onun avukatlığına soyunan Nedim Şener için nasıl, "kaybetti" diyebilirdim?..
Demek istediğim şuydu:
Hanefi Avcı ortaya bazı iddialar atıyor...
Biz gazeteciler ne yargıcız ne savcı...
Ne "yazdıklarının hepsi doğru" diyebilecek konumdayız...
Ne de "hepsi yalan, iftira" deyip hüküm verecek durumdayız...
Ve benim yazdıklarımın içinde ne hükümetle ne cemaatle ilişkili bir tespit vardı...
Zaten işim siyaset yapmak veya hükümete ya da cemaate çakmak değil...
Benim vazifem medyanın aculluğunu, taraf tutuşunu eleştirmek...
Medyayı ve köşe yazarlarını "objektif" olmaya davet etmek...
Şimdi geleyim korkup korkmadığıma...
Ya da birileri tarafından korkutulup korkutulmadığıma...
Korksaydım ve korkularıma göre "tavır" alsaydım halen ulusal gazetelerin en çok satanlarından birinde yazıyor olurdum...
Korksaydım, bu ülkenin medya devlerine ekranda parmağımı sallayıp, "bu gün ektiğiniz zulüm tohumları yerine sevgi tomurcukarı açacağını ve onları koklayacağınızı sanıyorsanız aldanıyorsunuz" demezdim...
O dediklerimden birkaç sene sonra bir medya devi çöktü, cezaevine atıldı...
Gerçi "çok hastayım" deyip tutukluluk sürecini hastane odasında geçirdi ama cezaevinden çıktığında elinde ne gazetesi kalmıştı ne televizyonu...
Diğeri ise son birkaç yılını sadece Türkiye'nin değil, Ortdadoğu'nun "en büyük vergi kaçakçısı" sıfatıyla ve her şeyine Devlet tarafından el konulmuş olarak yaşıyor...
Keza dönemin Cumhurbaşkanı'na ve başbakanına söylediklerim tanıyanların kulaklarında çınlıyordur...
Ama...
İtiraf ediyorum: Bugün, eskiden olduğum kadar cesaret sahibi değilim...
Bu bir ayıpsa, kabulüm...
Ayıp ediyorum...
Ama biliyorum ki yaptığım "suç" değil...
Lüfen cevap verir misiniz?
Hangi fırtına sürmüş sonsuza kadar?..
Güneş hangi karanlığın fiyakasını bozmamış her sabah?..
Bu fırtına da sönecek...
Fırtına Allah'ın sonsuz alemindeki boşluğa düşüp gidecek...
Bir daha geri dönüş gününe ve saatine yine Allah karar verecek...
Her gece yine bitecek her sabah güneşin ışıklarıyla...
Ziya Gökalp'in dediği gibi yani...
"Vatan için ölmek de var lâkin borcun yaşamaktır"...
Yaşamayı istemek, hele bu kadar acıdan, yokluktan ve yoksulluktan sonra yaşamayı (yaşamak dediğim hiç kimseye muhtaç olmadan ve en mütevazısından) istemek benim de hakkım değil mi?..
Lütfen daha fazla tahrik etmeyin...
Çünkü okumuyorum yazdıklarınızı...
Çünkü kimsenin avukatı, savcısı, yargıcı değilim...
Çünkü "köyün delisi - hak etmeyen birilerine avukat" olduğumda yaşadıklarımdan sonra çevremi ilk önce düşmanlarım değil, dostlarım(!) boşalttılar...
Düşmanlarım ise halen çevremde ve "suç" sayabilecekleri bir eylemimi bekliyorlar dört gözle...
Dostoyevski, Karamazov Kardeşler'i anlatmaya başlamadan önce, Yohanna İncil'i XII. Bap, 24. Ayet'i hatırlatır:
"Size gerçek, gerçeğin ta kendisi olarak diyorum ki, toprağa düşen bir buğday tanesi yok olmazsa, sadece bir buğday tanesi olarak kalır; ama yok olursa o zaman bereketli mahsul doğurur"...
Daha önce çok kere toprağa düştüm ve hatta kayboldum ama...
Birkaç taneye bürünüp başaklandıktan sonra tam olgunlaşmadan çıktım toprağın üstüne ve yine çiğnendim, gömüldüm...
Bırakın da bu kez "tam olgunlaşmadan dönmeyeyim"...
[email protected]
ortaya