Fatma Barbarosoğlu günün yazarı...
Günün yazarı seçtiğimiz Fatma Barbarosoğlu’nun bugünkü Yeni Şafak’ta “Haberin yükü (1)” başlığı ile yayımlanan yazısını okuyun…
Milletçe adeta “yedi deliler dokuz oturaklılar” misali olduk…
Medya bir âlem…
Sosyal medya bir başka âlem…
Herkes birbirine çatmaya yer arıyor…
Yapılan işe saygı yok…
Öküz altında buzağı arayan çok…
İşin kötüsü buluyorlar(!) da…
*
Günün yazarı seçtiğimiz Fatma Barbarosoğlu’nun bugünkü Yeni Şafak’ta “Haberin yükü (1)” başlığı ile yayımlanan yazısını okuyun…
Ve…
Tavsiyelerine uyun…
Çok rahat edeceksiniz…
HABERİN YÜKÜ (1)
Bir araştırma yapılmış. Pasif olarak ünlüleri takip edenlerin özellikle kadınların başkalarının hayatına baktıkça mutsuz olduğu ortaya çıkmış.
Haberi yapanlar haberin sonunu şöyle bağlıyor: Bunlardan kaçınmak için sosyal medya diyeti yapmalısınız.
Güzel. Bir diyet listesi mi bekliyorsunuz? Bir kaç öneri? Öneri var tabii.
Şöyle: Bir hafta hesabınızı kapatın. Bir haftanın sonunda sizin de başkaları ile paylaşacak pek çok şeyiniz olacak.
Yozlaşmanın anahtar kelimesi “başkaları ile paylaşacak çok şeye sahip olmak.”
Çok şeyden maksat “yedim, içtim, eğlendim, aldım, sattım, cümle alemi kendime baktırdım paylaşımları”. Yani başkalarının streslenmesine katkı sunacak şeyler.
II
Bendeniz bir gazetede yazdığım halde medya diyeti yapanlardanım. Tv izlemiyorum. Radyodan haber dinliyorum. Sosyal medyayı sadece “bildirimler” üzerinden takip ediyorum. Fevkalade günlerin dışında time-line takip etmiyorum. Ekrandan haberleri “kaydırmaya” başta sıhhatim müsaade etmiyor.
Günde iki defa haberleri dinleyerek, “haberdar” olmam gerekenlerden haberdar olduğumu düşünüyorum.
Haberdar olmanın bir sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Haber bir bilgi türüdür, öyleyse bilginin toplumsal sorumluluk anlamında bir karşılığı olmalı.
Hangi türden bilgi olursa olsun benim temel sorum şudur: Bu edindiğim bilgi ile ne yapacağım?
Bilgi ile ne yapacağımız konusunda sıkıntımız büyük. Yayınlanan kitaplar mesela. Hangisine yetişeceğiz, hangisini okuyacağız? Hislerime tercüman olarak T. Zeldin'in satırlarını seçtim: “...1600'lü yıllar civarında her yıl yayımlanan 400 İngilizce kitabın neredeyse hepsini çıkar çıkmaz okuyabilirdim. Rönesans dönemi insanlarının hayatı bizden daha kolaydı. Ancak günümüzde tüm diğer yayınların dergi ve ilanların yanı sıra yıllık iki yüz bin yeni kitapla karşılaşıyorum. Bu rakam yaşadığım Britanya adası dışında üretilen hiçbir yayını kapsamıyor. Dünyada her yıl yarım milyon yeni kitap yayınlanıyor. Dolayısıyla insanlık cehalet tarihinde belirgin biçimde yeni bir aşamaya giriyor.”
Zeldin'e katılıyorum ama dünyada her yıl yarım milyon yeni kitap yayınlanıyor kısmını tashih etmek gerekiyor. Bir yılda tüm dünyada yayınlanan kitap sayısı yarım milyondan bir hayli fazladır. Zeldin korkusunda sonuna kadar haklı, hakikaten insanlık, cehalet tarihinde belirgin bir biçimde yeni aşamaya giriyor, kötü kitapların iyi kitapları kovduğu bir piyasa bu.
T. Zeldin'in aşırı kitap ve cehalet arasında kurmuş olduğu doğru orantıyı aşırı haber ve duyarsızlık arasında da kurmak mümkün. Haber kanallarının, internet sitelerinin hayatımıza karışması ile birlikte, “iyi haberlerin ayakları olmaz, kötü haber kanatlanarak uçar gelir” misali, dünyanın dört bir tarafından gelen kötü haberin baskısı altında eziliyoruz.
Dolayısıyla haberdar olduğumuz “haberler” yüzünden kalbimiz yaralı. Kimimiz farkındayız bu yaranın, kimimiz bihaber.
Eskiler haberin yükü ile yaralı değildi.
Zeldin kadar uzaklara, Rönesans dönemine kadar gitmeyeceğim, üç kuşak öncesine gideceğim. Babamın babasının annesine yani büyük ninemin çağına gideceğim mukayese için. Ninemin doğum tarihi 1886.
Ardı ardına gelen savaşların, askere gönderilip de 46 ay boyunca haber alınamayan oğulların anası olan bir kuşak büyük ninemin kuşağı. Ki onların “efendi”leri de 10 yıl, 12 yıl askerlik yapmıştı. Oğullar askerde, gelinler evde, köyü basan eşkıya başa bela. Elde yok avuçta yok. Bütün cümlelerin yokluğa çıktığı bir dönem.
Ama köydeki herkesin durumu aynı. Yokluğu pay etmek kolay. Önemli olan varlığı pay etmek.
İşte şimdi bizim yükümüzü ağır eden varlığı pay etmek üzerinden yaşadığımız bu sıkıntı.
İçimizin sıkılması, hayat enerjimizin düşmesi, ağzımızın tadının bozulması varlığı pay edemememizden sebep. Yokluğun mesuliyetini yüklenemeyip onu “haber” olarak tükettikçe duyarsızlaşıyoruz, en olmazları “e ne var ki bunda” diye karşılayıp, “aleme deli lazım” haberlerini taşım döküm kaynatıp, ısıtıp ısıtıp tekrar ortaya getiriyoruz.
Bunları niye yazdım?
82 yaşında “bastonu ile cürüm işlemekten” suçlu bulunan Fatma Sazan'ın cezasının 3000 lira paraya çevrilip, parası olmayınca cami bekleme cezasına çarptırılıp, beş ay boyunca onca soğuk havada camide bekledikten sonra, imama nöbetini tuttuğuna dair imzasını verip...
Neden sonra yani cezasının bitmesine bir kaç hafta kala, medya haber yapınca; kaymakamı, vekili seferber oluyor.
İletişim çağında sağ gözün sol gözden haberi yoktur diye noktalı virgül ile huzurunuzdan ayrılayım, ömrümüz varsa Çarşambaya devam edelim inşallah...