Fatih Altaylı tarafından sevilmek ya da nefret edilmek!..
Fatih öfkelidir… Biliyorum ki öfkesi “haklılığına olan inancından” kaynaklanıyor… Fatih’in dili “asitli”dir… Biliyorum ki diline dolan asit
ADNAN BERK OKAN
Fatih (Altaylı) için bizim tarafımızdan "alkışlanmak" veya "kazanan" ilân edilmekle, "kaybettin Fatih Altaylı" deyişimiz arasında fark yoktur...
Neden mi yoktur?..
Çünkü Fatih, tenceresinin doğurduğuna inanmışsa, kazanının da ölebileceğini kabullenebilecek kadar "mantıklı" bir gazetecidir; özünde…
Dün "Alkışlar Fatih Altaylı" için dediğimizdeki gerekçemiz de oydu zaten...
Eleştirdiği bir kararın, bir başkası tarafından savunulduğu postayı hiç gocunmadan ve kesinti yapmadan yayımladı...
Keza daha önce de LUCKY S ve Kısmetim gemilerine yapılan uyuşturucu operasyonlarından dolayı cezaevinde yatmakta olan Nejat Daş'dan gelen bir mektubu aynen yayımladı…
Hatta şöyle de bir not koyarak yayımladı:
"…. uzun ve oldukça nazik bir mektup"…
Demek istemem şu…
Fatih öfkelidir…
Biliyorum ki öfkesi “haklılığına olan inancından” kaynaklanıyor…
Fatih’in dili “asitli”dir…
Biliyorum ki diline dolan asit, “haksızlık ve yolsuzluk”lara karşı içinde kabaran “samimi” isyandandır…
“Ama” deyip “…” ekleyeyim ve şimdi de madalyonun öbür yüzüne geçeyim…
Duygusallığının yıktığı bazı hasletler…
Fatih'in o muhteşem gazeteciliğine "zarar" veren..........
Bir dakika bir dakika…
"Zarar veren" demeyeyim…
Yerine şu hükmü kullanayım, "muhteşem gazeteciliğine gölge düşüren" kötü bir huyu var...
Ne mi?..
Söyleyeyim: DUYGUSALLIĞI...
Evet efendim aynen dediğim gibi..
Fatih hem “acul”, hem “öfkeli” ve hem de “duygusal”…
Zaten onu aceleci ve öfkeli yapan da o “duygusal” yanı değil mi?..
Burcunu bilmiyorum…
Ama…
Tipik “Akrep Burcu”...
Süleyman Demirel, Mustafa Denizli, Hıncal Uluç’u hatırlayın…
Nasıl?...
Bu üç ünlüye benzemiyor mu Fatih?..
Sevdi mi "ölesiye" seviyor...
Sevgisinde "sadakat" asıl…
"İhanet" ise yok...
Onu kızdırmak istiyorsanız, “vefasız” olduğunu yazın ya da söyleyin…
Tabii bir akrep tarafından sokulmak istemiyorsanız…
İşte bu “duygusal genç adam” nefret ettiği veya bir dostuna kötülük yapıldığına inandığı andan itibaren "mantık" sınırlarının dışına çıkıyor…
Duyguları aklını aşıyor...
Hayyam’a Hayyam gibi bakabilmek…
Sözü, Gazete HT'nin 9 Nisan 2011 tarihli nüshasının birinci sayfa manşetinden yayımladığı bir habere getireceğim...
Haber "buram buram” ve tipik bir “Fatih Altaylı’nın Dayanılmaz Nefreti” kokuyor...
Bu “kişisel nefret”in sebebini bilebilmem mümkün değil...
Belki de kendince "haklı" sebepleri vardır...
Ama…
Her zaman yazdığımı bir kez daha yineliyorum:
Fatih "kendince haklı" sebepleri mesleğine yansıtmamalı...
Kişisel öfkesi ya da sevgisi haber diline veya haberlerin önceliğine "yön" vermemeli...
Neyse...
Sözünü ettiğim habere geleyim.
Fatih'in yönettiği Gazete HT'de bugüne kadar bilhassa Hayyam Garipoğlu ile ilgili çok sayıda ekonomi haberi yapıldı...
Bütün o haberlerde Hayyam Garipoğlu'nun “devleti dolandırdığı” haberleri yapılarak çoğu kere de "müflis işadamı" diye söz edildi.
Oysa "müflislik" mahkemenin vereceği bir karardır ve bilebildiğim kadarıyla Garipoğlu'nun "müflis" olduğunu “tescil eden” bir mahkeme kararı yoktur...
17 yıl önce sahibi ve hatta yöneticisi de olmadığı bir şirketin iflâsından sorumlu olduğu iddiasıyla yapılan kovuşturmada da "beraat" etmiş...
Bunu ben söylemiyorum…
Fatih'in yönettiği Gazete HT'nin haberinde yazıyor hepsi...
Ve fakat...
UYAP ve hâkim Bayraktaroğlu düşünsün…
Haberi okuduğunuzda Hayyam Garipoğlu'nun "hileli iflâs”tan ve "müflis" olmaktan; kendisini yargılayan hâkim Mevlût Bayraktaroğlu tarafından kurtarılmış olduğunu zannediyorsunuz...
Oysa bu tür ceza davaları ağır ceza mahkemelerinde görülür ve en az 3 hâkim görev alır...
Mevlût Bayraktaroğlu da 17 yıl önce yapılan yargılamanın hâkimlerinden sadece biri...
Aradan 17 yıl geçiyor...
Hayyam Garipoğlu'nun erkek kardeşlerinden birinin oğlu olan delikanlı bir cinayet işlediği iddiasıyla yargılanıyor...
Ve şimdi dikkat!..
Mahkemedeki hâkimlerden biri 17 yıl önceki "beraat" kararını veren işte o Mevlût Bayraktaroğlu...
Ve…
Fatih'e göre bu “görev” bir “tesadüf” değil...
"İşin içinde iş var"...
Yani...
17 yıl önce "beraat" kararı veren mahkemenin 3 üyesinden biri olan ve tek başına karar verme yetkisi olamayan Mevlût Bayraktaroğlu, Münevver Karabulut dosyasında bilerek ve tasarlayarak görev alıyor, ya da görevlendiriliyor...
Oysa hepimiz ve Fatih de biliyor ki:
Türk Hukuk Sistemi eskisi gibi değil…
Hâkimleri kişiler atamıyor…
Ya kim atıyor?..
UYAP (Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi)…
Yani…
Elle komuta edilmesi mümkün olmayan bir bilgisayar yazılım programı…
Yani…
Mevlût Bayraktaroğlu ne bizzat “atanma” isteyen, ne de bir kişi veya kurum tarafından kasten “atanan” bir hâkim…
Ve…
Zaten bizzat “atanmak” istese de, birileri “atanmasını” istese de imkânsız…
İşte burada Fatih’in duyguları devreye giriyor…
Hayyam’a da “gıcık” ya…
Eline de “koz” geçmiş; çakıyor!..
Tabii ki bu haberde kullanılan dil Hayyam’ı ilgilendirmez…
Haberde suçlanan asıl kişi hâkim Bayraktaroğlu ve atamayı yapan UYAP…
Yani haber aslında onların sorunu ama…
Fatih, Hayyam’dan nefret ediyor…
Fatih bunu bilmesine rağmen, cinayetle uzak-yakın bir ilişkisi olmayan Hayyam Garipoğlu'na aylardır yapmadığını bırakmadı...
Bu en son haberi de öyle bir zamanda manşetine çekti ki...
Sanki “Senden nefret ediyorum Hayyam Garipoğlu!” diye haykırıyor gibiydi…
Oysa…
Yukarıda da sözünü ettim…
Fatih, Nejat Daş'ın, uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanan kardeşinden dolayı kendisinin suçlandığı Gazete HT haberini eleştiren mektubunu yayımladıktan sonra makalesini şöyle bağlıyordu:
"Daş'ın haklı olduğu nokta şu. Suç bireyseldir. Aynı soyadını taşımak veya aynı ailenin bireyi olmak insanların suçlu veya potansiyel suçlu olduğunu göstermez."
Harika...
İşte gerçek Fatih Altaylı bu...
"Suçların bireysellik" ilkesine saygı duyan...
Kesinleşmiş bir suçun mahkûmiyetini çeken bir hükümlüye de "adil" olan, olabilen...
İyi ama Fatih, 17 yıl önce 3 hâkimin verdiği, Yargıtay'ın da onadığı bir kararla hakkındaki suçlamadan "beraat" etmiş Hayyam Garipoğlu'na karşı neden öylesine "adil" değil...
Bu arada unutmadan sözü burada kesip bir başka konuya geçeyim izninizle...
Fatih’in görmezden geldiği haber
Fatih gerek kendi köşesinde ve gerekse de yönettiği gazetede "onay" verdiği haberlerde Hayyam Garipoğlu için defalarca ve kocamanlık puntolarla "Devleti dolandırdı, müflis, vs." gibi "suçlayıcı hüküm" içeren sıfatlar kullanmıştı...
(Garipoğlu'nun bankasının ve şirketlerinin elinden nasıl ve hangi siyasi – medya- finans patronu ortaklığında alındığının, 28 Şubat süreci iyice irdelendiğinde ve yargılandığında ortaya çıkacağından eminim ve hatta bunu en iyi bilenlerden biri de Fatih).
Ama...
Fatih son günlerde neredeyse bütün gazetelerde “küçük” de olsa yer alan bir haberi “görmedi”…
Veya kasten “görmezden geldi”…
Haber şu:
TMSF yaptığı basın açıklamasında, “Garipoğlu Ailesinden olan alacaklarının tümünün tahsil edildiğini ve kurumun hiç alacağı kalmadığını" duyurdu...
Tabii haber bu kadar kısa değildi ama haberin “özü” buydu…
Yani…
Bizzat alacaklı kurum (Devlet) Hayyam Garipoğlu’ndan tek kuruş alacağı kalmadığını bütün kamuoyuna duyuruyordu…
Yani…
Fatih’e göre “devleti Dolandıran”(!), “Müflis”(!) Hayyam Garipoğlu, TMSF’ye olan bütün borçlarını son kuruşuna kadar ödemişti…
Yani Hayyam Garipoğlu "devleti dolandırmamıştı"...
Yani Hayyam Garipoğlu "Müflis" değildi...
Peki…
Garipoğlu’nu sürekli “devleti dolandıran, müflis” olarak ve hem de birinci sayfa haberleriyle duyuran Gazete HT, Hayyam garipoğlu'nun TMSF'ye (Devlete veya özel kişi ve kurumlara) borcunun lmadığına ilişkin haberi de yine birinci sayfadan vermeliydi...
Ama...
Bu haberi bırakın birinci sayfadan görmeyi, hiç yayımlamadı…
Diyorum ya...
Fatih birine “kin” duyuyorsa kolay beri vazgeçmiyor…
Yani Fatih’in Hayyam’a duyduğu “öfke, kin, nefret” bu haberde de yine ağır basmıştı…
Hayyam’ın dostu olmak onurdur…
Evet…
Doğrudur...
Hayyam benim yaşayan (Allah uzun ömürler versin) "en sağlam" dostumdur...
Ben ona ve dürüstlüğüne hep inandım...
“Yazar” olmadığım süreçte de inandım; “yazarlık yaptığım” süreçte de inandım…
Bazı gazeteci/yazarlar onun için en ağır hakaretleri yaptığında da onunla beraber görünmekten gocunmadım…
Ekonomik sıkıntılarının dibe vurduğu dönemlerde de hep yanında oldum…
Çünkü…
Başına getirilenlerin en yakın tanıklarından biriydim…
Çünkü…
Ulusal medyada yazmamı (14 yıldır) yasaklayan gerçek hırsızlarla, Devletin gücünü kullanıp Hayyam’ın elinden Türkiye’nin “en kârlı” ve "en hızlı büyüyen" bankasını ve şirketlerini kapıp kaçanlar aynı kişilerdi…
Çünkü…
Diğer banka patronları bankalarının kaynaklarından kâşaneler satın alır, yurt dışında mini saraylara sahip olurlarken Hayyam mütevazı bir evde “KİRA”da oturuyordu…
Halen de kirada oturuyor…
Ben Hayyam’a olan bu inancımı "sade vatandaş" kimliğimle de sürdürmeye devam edeceğim...
Ancak...
İnanın ki bu satırları "kardeşim Hayyam" için yazmadım...
Hayyam'ın önümüzdeki süreçte geçmiş acılarını unutcağına ve iadei itibar kazanacağına inanıyorum...
Peki kime yazdım?...
Söyleyeyim:
Başarılarından kendi adıma "onur" duyduğum; hata yaptığında ise mesleğim gereği uyarmak zorunda kaldığım, yıllar önce (kısa bir süre de olsa) birlikte çalışmaktan çok keyif aldığım Fatih Altaylı için yazdım...
Onun adına “leke” gelmesin, hiç kimse onun için “yanlış düşünmesin” diye yazdım…
Gönlüm ve yaşadığı deneyimlerle olgunlaşan aklım; "ruh ikizi” kadar bana benzeyen Fatih Altaylı'nın gelecekte (gerçekten) kaybetmesini istemiyor...
O; sayısı giderek azalan "en başarılı medya yöneticilerinden" ve "yazarlarımızdan" biridir...
Yanlış yapmasına...
Duygularını haberlere, yazılarına ve yönetimine karıştırmasına çok üzülüyorum...
Hele...
Çok sevdiğim bir kardeşim; çok sevdiğim bir başka kardeşime haksızlık yapıyorsa, ne gazetecilik ilkeleri geliyor aklıma ne de yazarlık hassasiyeti...
Sadece insanî duygularımla yazıyorum...
Ama...
Benim yazdıklarım (hele şerh de düştüğüme göre) kurumumu değil beni bağlar...
Fatih'in yönettiği gazetede yer alan her haber ve kendi köşe yazısıysa öncelikle yönettiği kurumu bağlar...
Bilmem anlatabildim mi?..
Çünkü, "düşmez kalkmaz bir Allah'tır..."
Şair Eşref'le bitireyim:
Muvakkattir (geçicidir) eğer hükmeylesen dünyâya sertâser (baştan başa)
Çıkar âhir (gelecekte) elinden bin yerinden bağlasan çember
Cihâna sığmamışken bir mezara sığdı İskender
Varıp baksan o da şimdi yıkık bir gâre (mağara) dönmüştür...