KİTAPLIK

Eski haberciden aşk dolu bir facia romanı

Eski haberci Bahar Feyzan, Sturuma gemisinde yaşanan ve facia ile son bulan bir aşkı romanlaştırdı.

Eski haberciden aşk dolu bir facia romanı

Uzun yıllar karşımıza haber bültenlerinde spiker olarak çıkan Bahar Feyzan, birkaç sene önce spikerliği bırakıp edebiyata yönelmeye karar verdi. Üç senedir üzerinde çalıştığı ilk romanı Aşk Yolcusu bu ay yayımlandı. 1942 yılında yaşanan Struma Faciası’nın yer aldığı, aynı zamanda İzak ile Viktorya’nın aşkının anlatıldığı romanı, Radikal kitap'tan Beste Sezen Ateşpare yazarıyla konuştu. İşte o röportaj:

Deneme-Struma’yı anlatmanızın özel bir nedeni var mıydı?
-Sadece Struma’yı değil, insanın yaşadığı dramı ve bizim ondan ne çıkardığımızı anlatmak istedim aslında. Gerçeğe biraz hikâye katarak yazdım. Benim için bu facia, kim ne yazarsa yazsın yüzleşilmemiş, görülmemiş bir olay. O gemide sekiz yüze yakın insan hayatını kaybetmiş. Bir şeylerin vicdanla temas etmesi, kabul etmek bir sürü şeyi değiştirir bence. Özellikle bunu anlatmak istedim.

-Tüm bu olaylardan başka, hikâyenin arka planında Türkiye’de o dönemin politikasını, yaşanılanları, günlük hayatın zorluklarını da görüyoruz…
-Ben habercilikten geldiğim için oradaki haber niteliğine dönüşebilecek unsurları, gündelik hayatı aktarmam çok önemliydi. Çünkü bir facia yalnızca o olmuş gibi anlatılamaz. Ben bir olaya baktığım zaman şununla ilgileniyorum: Burada o olurken etrafında ne oluyordu? Nasıl bir düzlemde, nasıl bir dünyada meydana geldi bu olaylar? Bu yüzden de tamamen o atmosfere girsin istedim insanlar. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmedi evet ama belirsizlikler politikası olduğu için zannediyorum daha sıkıntılı oldu o dönem.

-Bu roman için bir hazırlık süreciniz oldu o zaman... Neleri araştırdınız? 
-İlk önce Struma Gemisi ile ilgili araştırma yaptım. Türkiye’de bu konu hakkında çok fazla kaynak yok açıkçası. Yazılmış belli başlı kaynaklar var, onlar da tek yönlü inceliyorlar. Çok yönlü sorgulayamıyorsunuz bu yüzden. O yüzden arkadaşım İngiltere’den bir kitap gönderdi bana. Aslında Struma’nın gerçek hikâyesi. Yani o gemiden kurtulan tek kişinin kaleme aldığı biyografik bir kitap. Gemiden nasıl kurtulduğunu anlatıyor mesela. Türkiye’ye gelerek paylaşmış bunu. Bu benim için çok ciddi bir kaynak oldu. Değişik bir perspektif kazanmamı sağladı açıkçası. Daha sonra, Berlin’de geçirdiğim zaman araştırmalarım açısından çok faydalı oldu. Özellikle çoklu kaynaklardan yararlandım. Tek yönlü bakmamaya çalıştım.

-Romanda tarihi karakterlerle karşılaşıyoruz...  
-Hüsrev Gerede benim karşıma bir sürpriz olarak çıktı. Hikâyeyi kurgularken Berlin’den bu iki karakteri getirmem gerekiyordu. Ne yapmalıyım diye araştırırken bir baktım ki o dönemin büyükelçisi Hüsrev Gerede. Sürpriz gibi oldu benim için. Öyle olunca hikâyenin yönü değişti ve ben de Hüsrev Gerede’nin anılarını okumaya başladım. İki tane ayrı kaynaktan yararlandım. Bu hikâye için ışık tuttu mesela. Onun anılarında anlattığı Hüsrev Gerede’yi yazmaya çalıştım kitapta. Refik Saydam da var. Adını çok duyduğumuz ama biraz geri daha planda kalmış biri. Ona da dikkat ettim, epey araştırma yaptım. Numan Menemencioğlu benim romanımdaki en önemli karakterlerden biri. Namık Kemal’in soyundan geliyor. Yeşilçam dünyası ile ilişkisi açıdan da önemli oldu. Abidin Dino’yla yaptığı sohbetler mesela, romanın çok önemli bir rengi oldu benim için.

-Aynı zamanda Romanya’daki çingeneler üzerinden “kimlik” problemine de değinmişsiniz…
-Evet, kimlik problemi hep var aslında. Kimliğin isimleri, açılımları değişebiliyor ama bu tartışma var. Ama bu kimliğim yok, köküm yok anlamında değil. Ben insanı mutlu eden şeyin kimliksizlik olduğuna inanıyorum. Yani her şeyi ile karşındakini kabullenmek gerektiğini düşünüyorum. Romanda İzak’ın kimliğini Türk olarak kabul ettikleri için Almanya’da rahat ediyor. Ama Yahudi olanların, kimliklerinden ötürü hayatları zindan oluyor. Çingenelere baktığımızda ise onlar da çok büyük yara alıyorlar İkinci Dünya Savaşı’nda. Ve onların kimlikleri bile yok. Yani asıl mesele kimliğin ötesine de geçmeye başlıyor. İzak, kimliksizliği anlıyor orada.

-Hem aşkta hem de savaşta bir güven problemi karşımıza çıkıyor sürekli. Güveni bu kadar irdelemenizin sebebi onun eksikliğinden ve ona olan ihtiyacımızdan mı peki?
-İkinci Dünya Savaşı sırasında ciddi bir güven çatlağı var. İnsanlar birbirine bile güvenmiyor asla. Bir yandan da baktığımızda bazı adımlar atılması için güvenmek lazım. İnsanlar kaçıp kurtulmak için bir gemiye binecek ama o ortama güvenmiyorlar. Güvenmediğin bir ortamda gelen bir gemiye nasıl güveneceksin peki? Güvenmek zorundasın. Ben güvenmeden yaşanmayacağını anlatmak istedim. Nasıl ki nefes anlamadan yaşanmıyorsa, güvenmeden de yaşayamaz insan.

-Güvendikten sonra hayal kırıklığı ve bir güvensizlik de var ama…
-Bu da hayatın en büyük çelişkisi zaten ve bunun bir çözümü yok. Yaşamadan bazı şeyleri bilemezsin. Eğer ben güvenmek için sürekli kanıt arıyorsam seninle ilişki kuramam. Ve bir yandan da zaten kanıt ararken bir şeyler çıkacak karşına. İlla ki bir çatlak bulursun yani. O gemiye binen insanların hiç sorgulamadığını mı düşünüyorsun? Hepsi sorguladı, belki de güvenmeyerek bindi o gemiye. Ama oradaki tek ilaç: umut etmek, inanmak.  En acıklısı mesela Romanya’daki bir ailenin hikâyesiydi. Ailenin parası sadece tek bilet almaya yetiyor. Ve haklarını çocuklarından yana kullanıyorlar. Çünkü onun yaşamasını istiyorlar. Bir haber geliyor üç ay sonra, çocukları ölmüş kendileri yaşıyor. En büyük güven sınavı bu bence. Ama onu yapmak zorundaydı o aile. Başka şansı yoktu o zaman.

-Kemal karakteri üzerinden intikam duygusunu da hissediyoruz. Güven duygusunun tam karşısına intikamı koyabilir miyiz sizce? Güvenimizi kaybedince, o kişiden intikam almak mı ister insan?
-Herkes için aynısını söylemem ama otomatik bir tepki oluşuyor tabii. Birine karşı güvenini kaybettiğinde içine bıçak darbesi almış gibi olur insan. Onu çıkarmanın pek çok yolu vardır. Ya çırpınır ya bıçağı çıkarıp karşısındakine saplar ya da o bıçakla birlikte ölmeyi kabul eder. Bunlar insani reaksiyonlar. Kemal açısından baktığımızda; Kemal çok ciddi âşık olmuş ve darbe almış bir adam. Arkadaşına çok kızgın ve kırgın. Ona güveni kırılmış. Karşısına öyle bir fırsat çıkıyor ki intikam almak istiyor. Yarası ancak öyle diner çünkü.

-Bu kitaba Berlin’de başlayan, Romanya’da devam eden ve İstanbul’da son bulan bir yol hikâyesi de diyebiliriz. Peki, bu yolculuk sizin açınızdan nasıl geçti?
-Bu kitap beni dönüştürdü diyebilirim. Her açıdan. Çok enteresan oldu bu üç sene benim için. İkimiz de o yolculuğa beraber çıktık ve ikimiz de başladığımız gün gibi değiliz. Kitapla beraber çok belli bir yere geldik. Onunla beraber tamamladık bu yolculuğu diyebilirim.

ÇOK OKUNANLAR