ANALİZ

Ertuğrul Özkök'ü dinlerken daldım gittim...

Ben, egemenlerce istenmeyenlerin mahallesindeki “Beyaz Türk”tüm… Ertuğrul, istemeyen egemenlerin mahallesinin Beyaz Türk’ü…

Ertuğrul Özkök'ü dinlerken daldım gittim...

ADNAN BERK OKAN

27 Mayıs 1960 darbesinden sadece 8 gün sonra, 4 Haziran Cumartesi günü sabahı 1 polis ve 2 jandarma sabahın köründe evimize gelip henüz 30 yaşını bitirmemiş babacığımı aldılar götürdüler.

Merkez karakoluna götürülmüştü…

İşin ilginç yanı; götürüldüğü karakolun baş komiseri halamın kocasıydı…

Eniştemizdi yani…

Bir süre sonra dedeciğim bilgi getirdi…

Babacığımı MBK Başkanı Org. Cemal Gürsel’e küfür ettiği için almışlardı…

Babamın amcalarından birinin yanında çalışan CHP’li bir çırak şikâyet etmişti babacığımı.

Babamla birlikte ve hepsi de DP il yönetiminde çalışan otuzdan fazla sayıda arkadaşı nezarethaneye götürüldükleri gün okuldan döndükten sonra (o zamanlar okullar cumartesi günü de vardı ama yarım gün ders yapılırdı) anneciğim bir kaba yemek koydu.



Kustuklarıyla kaldılar...

“28 Şubat sürecinde sen mi yanlış yaptın Ertuğrul mu?”
 diye sorsalar tereddütsüz, “ben yapmışım” derim…

Neden mi?..

Çünkü…

Uğurlarına mücadele ettiklerim…

Özgürlükleri için savunduklarımı zannettiklerimin hemen hepsi (Birkaçı hariç) “kalleş” çıktılar…

28 Şubat Süreci’nde kavga ettiklerimin hiçbiri patronuma şikâyet edip de “kov şunu”demediler…

Ama…

O süreçte uğurlarına ekmeğimden olduğum (gazeteciler değil siyasetçiler kovdurdu beni her seferinde) meslektaşlarım; işlerine geldiğinde yüzüme güldüler…

İşlerine gelmediğim, onlar gibi düşünmediğim gün köşelerinde beni itibarsızlaştırmak için Küçücük beyinleriyle bana öfke kustular…

Kustuklarıyla kaldılar elbette…

 

Merkez Karakolu’ndaki nezarethanede gözaltına alınan babacığıma götürecektim.

Kapların birinde yemek, diğerindeyse yoğurt vardı.

Karakolun kapısındaki polis, yemeği kime getirdiğimi sorunca:

Babacığımın adını verdim başımı dikerek.

Önce yemek kabını açtı baktı…

Sonra da yoğurt kabını...

Aynı anda elini yoğurt kabının içine soktu...

O küçücük boyumla bastım tekmeyi polisin bacağına ve dönüp arkamı başladım koşmaya.

Polis elindeki kapları oracığa bırakıp beni takip etti.

Şevket Dingiloğlu Parkı’nın içine yeni girmiştim ki (Parkla karakol arasında daracık, en çok dört metre genişliğinde, kaldırımı bile olmayan bir yol var) arkama dönüp baktığımda polisin geldiğini gördüm. Hemen yerden iki tane irice taş kapıp birini karakolun üst kat penceresine fırlattım.

Cam kırıldı (İlk ve son anarşist eylemim. Bugün olsa “terör suçlusu” olarak o yaşımda hapse atılırdım sanırım)...

İkinci taşı arkamdan gelen polise attım isabet ettiremedim...

Tekrar dönüp kaçmaya başladım…

Ama…

Aynı anda polis beni ensemden yakaladı…

Sonra da yüzümü kendisine çevirdi…

Tokat atacak diye çok korktuğum o sırada karakolun üst kat penceresine baktım.

Babacığım çaresizlik içinde bizi izliyordu…

Göz göze geldiğimizi hissettim...

Kahramanımla göz göze geldiğime göre mutlaka bir şeyler yapacaktı…

Babacığım kırık camdan başını uzatmış beni tutan polise:

“Sakın vurma ha! Ona ben bile şimdiye kadar fiske vurmadım!” diye bağırıyordu.

Polis beni yavaşça yere koydu:

“Hadi bakayım evine git” dedi.

Sonra, yemek kaplarını dedeciğimin kunduracı dükkânına göndermişlerdi.


Dediğim gibi…

Hayatımdaki ilk ve son anarşist eylemim o oldu ve bir daha ömrüm boyunca devlete karşı hiçbir eyleme (hem de zaman zaman aşırı tahrik olduğum halde) katılmadım.

“Devletim için” sandığım eylemlerimde de aldanıyormuşum ya neyse!

Ve…

Her çocuk gibi ben de babasına hayran bir çocuktum...

Babacığım, hani halk arasında bir söz vardır ya “öldürseniz sözünden dönmez” diye, aynen öyle bir adamdı. Bir şey söylemişse, ne hatır için ve ne de korkusundan cayardı o söylediği sözden.

Bir örnek vereyim:

27 Mayıs 1960 ihtilalinin üzerinden 20 gün kadar geçmişti ki babamın ve arkadaşlarının mahkemeye çıkarılacaklarına dair haber geldi. Okullar tatil olduğu için ben de serbesttim ve o gün mahkemeye ailecek gittik.

Hâkim, Kırklareli’nde herkesin sevip saydığı Cemil Bey idi…

Babam da Cemil Bey’i çok sever, sayardı.

Hâkim Bey zaman zaman gelir dedemin kahvesini de içerdi. Domino oynarlardı…

Sorgulama sırası babacığıma geldiğinde, Hâkim Cemil Bey sordu:

“Milli Güvenlik Kurulu Başkanı muhterem Orgeneral Cemal Gürsel’e küfür ettin mi?”

Cemil Bey bunu sorarken bir yandan da başını emme basma tulumba gibi birkaç kez yukarı doğru kaldırıp “Etmedim de!” demek istemişti. 

Babacığım aynen şöyle cevap verdi:

“Süüdüm…”

“Süüdüm” Trakya şivesiyle ”sövdüm, küfrettim” demekti…

Babacığım Kırklareli şivesini dolu dolu konuşanlardandı…

Hâkim Cemil Bey yine kafasını birkaç kez yukarı doğru şöyle hafifçe kaldırıp:

“Milli Güvenlik Kurulu Başkanı muhterem Orgeneral Cemal Gürsel’e küfür ettin mi?” diye sorusunu yineledi...

“Etmedim de be oğlum” demek istediği öylesine aşikârdı ki...

Babacığım cevap verdi:

“Süüdüm âkim (Hakim) bey!”

Babam 48 gün cezaevinde kaldıktan sonra, Cemal Gürsel’in “özel af” mektubunu mahkemeye göndermesi sonucu tahliye oldu…

Babacığım öyle olduğunu tahliyesinden 9 ya da 10 yıl sonra tesadüfen öğrendi…


Çünkü…

Baş komiser ve etkili bir CHP’li olan eniştemiz, Gürsel’e mektup yazmış, Ankara’ya gidip mektubu bizzat teslim etmiş, cevabını da alıp gelmişti…

Babamın kişiliğinden taviz vermez ve sözünden dönmez yapısını tarif ettikten sonra, onun adına özür dilemişti.

Babacığım delikanlılığa adım attığım günlerden birinde bir demir parçası aldı inşaattan, bir de dükkânda kullandığı yüzde yüz çelik bıçaklardan…

Demiri kolayca büktü…

Ve öylece kaldı demir…

Bıçak ise neredeyse yay gibi oldu ama bıraktığında yeniden eski haline döndü…

“Sakın demir gibi olma… Olacaksan çelik gibi ol… Ben çelik gibi oldum… Çok eğmek istediler, zorla eğdiler de ama hep eski halime döndüm… Nicesi bu demir gibi yamuk kaldılar… O gün korkup demokrat olduklarını inkâr edenler oldu ama ben sövdüğümü bile inkâr etmedim…”

 

Neden mi anlattım bunları?..

Şimdi oraya geleceğim…

Dün gece Ertuğrul’u (Özkök) dinledim Aykırı Sorular’da…

İzmir’in Kahramanlar Mahallesi’nden çıkmış bir medya kahramanını…

Benim gibi, “dar gelirli ve demokrat partili” bir ailenin hatta bir emekçinin (Babacığım ihtilalden bir süre sonra iş hayatından vazgeçmiş belediye Fen İşleri’nde maaşla çalışmaya başlamıştı) oğlu…

Bütün eğitimi benim gibi onun da devlet okullarında geçmiş…

Üniversiteyi de bir devlet okulunda bitirmiş benim gibi…

Fazladan devlet bursuyla Fransa’ya gidip doktora yapmış…

Ben ise 15 yaşımda başladım para kazanmaya…

Üniversite’de okurken (Ünlü Sultanahmet İktisadi Ticari İlimler Akademisi gece bölümü) gündüz bir özel şirkette çalışıyordum.

Akşam saat beşte okuluma, oradan da (Bazen son dersi dinlemeden) şarkı söylediğim Şişli Düğün Salonu’na gidiyordum…

Pazar sabahlarını (5 saatten fazla uyuyabildiğim için) iple çektiğim günlerdi…

 

28 Şubat’ta karşı mahallelerdeydik…

Ben, egemenlerce istenmeyenlerin mahallesindeki “Beyaz Türk”tüm…

Ertuğrul, istemeyen egemenlerin mahallesinin Beyaz Türk’ü…

Kavga eden sınıflarımız değildi yani…

Kavga eden kişiliklerimiz de değildi…

Kültürlerimiz de kavgalı değildi…

Aksine…

İktidarlarını korumak için mücadele ettiğim insanlarla aynı masada oturup anlaşabilmem mümkün değildi…

Kavgalı olduğum Ertuğrul’la ise aynı masada otursak günlerce kafayı çekebilir, sohbet edebilirdik…

Peki niçin kavgalıydık?..

Hadi itiraf edeyim…

Bulunduğumuz mahalleyi yönetenlerin çıkarları yüzünden…

O da ben de aynı kökten geliyorduk…

Onun ailesi de Bulgaristan’ın Kırcali Sancağı’ndan göçüp gelmişlerdi…

Benim ailem de…

Genlerimiz “Avrupalı” idi yani…

“Batılı”…

Özgürlükçü…

Biat kültürünün ne olduğunu bilmeyen; öğrendiğinde de reddedenlerden…

 

İlerleyen yıllarda…

Daha doğrusu 2002 seçimlerinden sonra Ertuğrul ile önce “arkadaş” olduk…

Sonra “dost”…

İlle de Ak Parti (Erdoğan ve Ak Parti Hükümeti’nin birçok destekçileri gibi Hüseyin Yayman bile “AKP” derken ben ve Ertuğrul ısrarla “Ak Parti” demeyi sürdürüyoruz çünkü ikimiz de Ak Partili olmasak bile tüzüğünde yazan isme saygılıyız) Hükümeti’nin yaptığı başarılı icraata destek verdik…

Ama…

Batılı, Avrupalı penceremizden gördüğümüz yanlışlarına da itiraz ettik…

Bitiriyorum…

28 Şubat’ta Ertuğrul’un mahallesiyle mücadele ettiğim günlerde başlarını sallayıp İslamcı Medyadan maaşlarını alanların ne sesleri çıkıyordu, ne solukları…

O günlerde program yaptığım bir TV kanalında, “Şiir okuduğu için yargılanan” İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan’ı savunması için davet ettiklerimin hemen hiçbiri ekrana çıkmayı kabul etmemişlerdi…

Neden mi?..

“Zamanı değildi…”

O günlerde Erdoğan’a yapılan zulme karşı duramayanlar bugün “Güçlü” Erdoğan’ın hatalarını bile yüceltiyorlar…

Kendileri gibi düşünmeyen…

Ya da daha doğrusu, siyasal iktidara yalakalık etmeyen “eski dostlarının” çalıştıkları gazetelerden kovulmaları için kulis yapıyorlar…

Ertuğrul’un daha sonra “yanlış olmuş, özür dilerim” dediği manşetlerini dillerinden, klavyelerinden düşürmüyorlar…

Ama…

Sorun bakın onlara “demir gibiyim” diyeceklerdir…

Neden?..

Allah söyletiyor da ondan…

“Sağlamız ama eğilip büküldüğümüz için kırılmıyoruz” demeye utandıkları için elbette…

Hâsılı…

Ertuğrul Özkök zaman zaman siyasi bazı konularda ters düşsek de en sevdiğim, saygı duyduğum gerçek dostlarımdan, gerçek medya kahramanlarından biri…

Ve gerçek bir Beyaz Türk…

Gerçek bir Avrupalı…

Olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan bir çağdaş Mevlâna…

“Madem benim gibi düşünmüyorsun al sana vatan haini!” diye arsızlardan o kadar farklı ki…

Ve işte onun için benim “Kahraman Beyaz Türklerimden biri” ya…

[email protected]

ÇOK OKUNANLAR