Engin Ardıç'la mutabık olmanın dayanılmaz hafifliği...
Çünkü necip halkımız, rüşvet vermeyi ve vaat etmeyi bilmeyen politikacıyı sevmez... Hele iktidarda görmek hiç istemez...
ADNAN BERK OKAN
Güngör Uras iki gün üst üste Engin Ardıç'ın köşesinde konuk(!) edildi...
Saygınlığının "genel kabul" gördüğü, Engin'in kendisine yönelttiği "Edepli" eleştiri yapışından belliydi...
Aksi halde görürdü gününü(!)...
Güngör Ağabey Cumartesi hariç her gün, Engin de Salı hariç her gün yazıyor...
İkisini de okuyorum...
Tek farkla...
Güngör Ağabeyi okurken bazı önermelerine katılmasam da niyetinin halis olduğunu; hiç kimsenin etkisi altında kalmadan, hiç kimseye yaranmayı amaçlamadan yazdığını biliyorum...
Engin'in ise bazı makalelerinin içeriğine katılsam da; üslûbunu sevmiyor, "samimi" olduğuna inanamıyorum...
Ya Başbakan'a veya Ahmet Çalık'a "sevgiler, saygılar, emrinizdeyim" mesajı gönderdiğini net bir şekilde görebiliyorum...
Neyse...
Önce Güngör Ağabey'le ilgili bir anımı yazacağım...
İç borçlanma tabii ki bir tür ekonomi politikadır ve para arzını kontrol altında tutmaya yarar...
Ne var ki Özal'ın uyguladığı modelin para arzını kontrolle hiç ilgisi yoktu.
Özal döviz girişini hızlandırmak amacıyla tercih etmişti yüksek faiz/kısa vadeli iç borçlanmayı...
Böylece dövizini bozdurup TL'ye dönen yabancı yatırımcı(!) yüksek faiz ve kısa vade avantajıyla kolaylıkla arbitraj yapıp, dönem sonlarında tatlı paralar kazanabiliyordu...
Ama bu arada büyük bir hata (ya da eksik uygulama) yapılıyordu...
Döviz rezervi artıyordu ama bu arada TL, Dolar karşısında neredeyse "sabit" tutuluyordu...
Bu defa da ihracat düşüyor, ithalât fırlıyordu...
Ama...
Bu arada döviz rezervleri de artmaya devam ettiği için kısa vadede cari açık sorun olmuyordu...
Gelin görün kü bu; cari açığın hiç bir zaman "sorun" olmayacağı demek değildi...
"Mutluluk Zinciri" sonunda bir noktada kallavi bir devalüasyonla mutlaka kırılacaktı...
Ve hep aynen öyle oldu...
Yani "Mutluluk Zinciri" her seferinde dev bir devalüasyonla kırıldı...
Ve kedinin kuyruğunu kovalamasına benzeyen bu politika yılllarca ekonomimizin kanını emdi...
Şimdi Güngör Ağabey'le ilgili anıma geleyim...
*
1989'da Özal'ın başbakanlığında başlayan "kısa vade - yüksek faiz"li iç borçlanma, onu takip eden hükümetler döneminde de (Akbulut, Yılmaz, Demirel ve Çiller) aynen uygulanıyor ve fakat giderek "felâket" halini alıyordu.
1989 yılından itibaren yerel gazetelerde yazmaya başladığım bu felâketi "Ulusal Medya"ya geçtiğimde de anlatttım durdum...
Önce Günaydın Gazetesi'nde yazdım...
Oradan kovuldum...
Sonra Umur Talu'nun genel yayın yönetmenliği sürecinde Milliyet'te yazdım...
Umur'un yerine getirilen Ufuk Güldemir (merhum) göreve geldiğinin üçüncü günü kovdu beni...
Ve derken 1995 Haziran sonunda AKŞAM'da yazmaya başladım...
Hem de her gün...
Ve tabii yine aynı konu...
*
Diyordum ki:
"6-8 Milyar Dolar karşılık ayırıp kâğıt para basılmazsa, iç borçlarımız çığ olup, ekonomimizi boğacak"...
"Neden her gün bu konuyu yazıyorum?.." diye kendime sual yöneltip, cevabını da kendim veriyordum köşemde...
Çünkü...
Topçu kurmay albay kayınpederim (merhum) bana "hedef tutturduysan başka hedefe değil, yıkıncaya kadar aynı hedefe ateş et!' diye
öğretti...
Hedefi tutturdum...
Giderek çok fazla destek alıyorum...
Umarım Başbakan da bu gerçeği görür de bir an önce rezervlerimizin bir bölümünü karşılık ayırıp kâğıt para basarak, iç borçlanmanın ve yüksek faizin hızını keser...
Aksi halde bu model ekonomiyi yutacak...
"Türkiye ekonomisi için asıl tehlike yüksek enflasyon değil; yüksek faizli, kısa vadeli iç borçlardır"...
Ve iç borçların henüz Erciyes Dağı'nın tepesinde kocaman bir kartopu olduğuna...
Yuvarlanarak aşağıya doğru hızla düştüğüne...
Her yuvarlanışında yerden topladığı karlarla daha da büyüdüğüne...
Ve sonunda...
Koca Kayseri'yi yutacak büyüklüğe erişip "çığ" olacağına dikkat çekiyordum...
Kayseri örneğini veriş nedenim ise sanayiinin yeni gelişmekte olması ve Erciyes'in eteklerine yakınlığıydı...
Dinleyen kim?..
Pardon...
Meğer "dinleyen" ve beni çok ciddiye alan bir kişi varmış da benim haberim yokmuş... (Güngör Ağabey o zaman yanlış hatırlamıyorsam Ali Rıza Kardüz ve Tevfik Uras mahlasıyla iki farklı gazetede ekonomi yazıyordu ve aynı zamanda Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesiydi)...
İşte o bir kişi Sabancı Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Sakıp Sabancı (merhum) idi...
İkimiz de By-Passlılar kulübündendik ve o günkü öğle yemeğimiz buz gibi karpuz ile az yağlı beyaz peynirden ibaretti...
Yemeğimizi yedikten sonra Sakıp Ağa kahvelerimizi söylerken Güngör Ağabey'i de davet etti...
Lütfetti geldi Güngör Ağabey...
Ve ben bir gazeteci/yazardan önce iktisatçı kimliğimle orada olduğum için kendi düşüncelerimi aktardım...
Uras; yüksek faiz, kısa vade konusunda benimle hemfikir olduğunu ama para (basma) konusunda uzman olmadığını söyledi...
"Dolar karşılık ayrılsın, kağıt para basılsın" önerimle ilgili ise yorum bile yapmadı...
Ama Sakıp Ağa'nın dinlediklerinden çok etkilendiğini anlamıştım...
Sık sık, para basmanın enflasyonu iyice azdırıp azdıramayacağını sordu. Karşılıksız basılan paranın fiyat artışına yol açacağını söyledim...
"Ama" dedikten sonra karşılığında rezerv para bulunması ve üretim artışıyla desteklenmesi halinde (bu arada Fisher'in "Miktar Teorisi"ni detaylı olarak anlatmıştım), fiyat artışı değil aksine fiyatlarda istikrar geleceğini örnekleriyle izah ettim...
"Olabilir, arkadaşlarımla bunu daha detaylı konuşacağım" dedi Sakıp Ağa...
Derken...
Korkulan oldu...
İç borçlar kartopuyken çığa dönüşüp ekonomimizi yuttu...
1994'te ulusal medyada "Dolar karşılık ayırıp kağıt para basın" diye yazmaya başladığımda 13 Milyar Dolar karşılığı TL olan iç borç toplamımız öde, öde bitmediği gibi büyüdü, büyüdü, büyüdü...
Ve sonuç; 2001 Şubat krizini yaşadık...
Bu arada 1998 krizini hatırlatmaya bile gerek görmüyorum zira ne zaman hatırlatsam birileri çıkıp, "O krizin sebebi önce Malezya sonra da Rusya kriziydi" diyor...
Neyse...
2001 krizini önce Kemal Derviş sayesinde aştık...
Dalgalı kura geçtik...
Sonra da Ali Babacan sayesinde para arzını 3.5 milyar dolardan 17 milyar dolara (tedricen) çıkardık bu arada döviz rezervimiz de hızla artışını sürdürdü (Bugün 84 Milyar Dolar). Ve faizler tek haneli rakamlara düştü, vadeler neredeyse 10 (on) yıla çıktı...
Ama...
Bu başarılı ekonomi yönetimine rağmen iç borç toplamımız halen 240 Milyar Dolar karşılığı TL..
*
Geleyim bugüne...
Yine eski türküler söylenmeye başlandı...
Ozel bankalarımız ne zaman "az para" kazanmaya başlarsa onların danışmanları veya medyadaki sözcüleri hemen "cari açık felâket, sıcak paradan yanacağız, ekonomideki bu büyüme hayra alâmet değil" diye türküler söylemeye başlarlar...
Tıpkı son günlerde olduğu gibi...
Oysa Türkiye'nin şu önümüzdeki süreçte en büyük sorunu ekonomik değil; toplumsal...
Nedir bu toplumsal sorun?..
Önce "işsizlik"...
Sonra nüfus artışı tarafından emilen büyüme hızı...
Ve tabii ki en az ilk ikisi kadar (hatta belki daha tehlikeli) gelir dağılımındaki adaletsizlik...
Hükümet aslında bu üç sorunun üçüne de çözüm bulabilmiş değil...
Ama...
Buna rağmen özel banka sözcülerinin "ekonomi çok büyüyor; haliyle ısınıyor, soğutun, büyüme hızını düşürün" deyişinin sadece siyasi değil, ekonomik akılla da hiç ilgisi yok...
*
Yani...
Belki de çoookkk uzun zamandır ilk kez Engin Ardıç'la aynı şeyleri düşünüyoruz...
Tek farkla...
"Ekonomi büyüsün, tüketim artsın" diyen Engin; "Aile Sigortası" kurumu aracılığıyla "yoksulluk sınırında yaşayan ailelerdeki ev kadınlarına en az 600 lira maaş vereceğiz" demesini eleştirirken ben projeye destek veriyorum...
Çünkü...
2004 - 2007 arasında orta direk, olmayan gelirlerini harcadı...
Tabii ki kredi kartları ve tüketici kredileriyle...
Haliyle milyonlarcası bankaların icra takibinde ve kara listesinde...
Sadece asıl borçlular değil...
Onlara kefalet veren en az iki kefil de aynı durumdalar...
Yani...
Para arzının artması da yeterli değil...
Onunla birlikte "Aylık Gelir Arzı" da artmalı...
Artmalı ki, Mısır veya Tunus'a dönmeyelim...
Haaa...
Birileri bunu istiyor ve bu arada Mısır'da olduğu gibi TSK'ya bahane çıkacağını düşünüyorsa onu bilmem...
adnanberkokan@gmail. com
Güngör Uras iki gün üst üste Engin Ardıç'ın köşesinde konuk(!) edildi...
Saygınlığının "genel kabul" gördüğü, Engin'in kendisine yönelttiği "Edepli" eleştiri yapışından belliydi...
Aksi halde görürdü gününü(!)...
Güngör Ağabey Cumartesi hariç her gün, Engin de Salı hariç her gün yazıyor...
İkisini de okuyorum...
Tek farkla...
Güngör Ağabeyi okurken bazı önermelerine katılmasam da niyetinin halis olduğunu; hiç kimsenin etkisi altında kalmadan, hiç kimseye yaranmayı amaçlamadan yazdığını biliyorum...
Engin'in ise bazı makalelerinin içeriğine katılsam da; üslûbunu sevmiyor, "samimi" olduğuna inanamıyorum...
Ya Başbakan'a veya Ahmet Çalık'a "sevgiler, saygılar, emrinizdeyim" mesajı gönderdiğini net bir şekilde görebiliyorum...
Neyse...
Önce Güngör Ağabey'le ilgili bir anımı yazacağım...
Kâğt Para basılmasını istediğim o günler...
İç borçlanma tabii ki bir tür ekonomi politikadır ve para arzını kontrol altında tutmaya yarar...
Ne var ki Özal'ın uyguladığı modelin para arzını kontrolle hiç ilgisi yoktu.
Özal döviz girişini hızlandırmak amacıyla tercih etmişti yüksek faiz/kısa vadeli iç borçlanmayı...
Böylece dövizini bozdurup TL'ye dönen yabancı yatırımcı(!) yüksek faiz ve kısa vade avantajıyla kolaylıkla arbitraj yapıp, dönem sonlarında tatlı paralar kazanabiliyordu...
Ama bu arada büyük bir hata (ya da eksik uygulama) yapılıyordu...
Döviz rezervi artıyordu ama bu arada TL, Dolar karşısında neredeyse "sabit" tutuluyordu...
Bu defa da ihracat düşüyor, ithalât fırlıyordu...
Ama...
Bu arada döviz rezervleri de artmaya devam ettiği için kısa vadede cari açık sorun olmuyordu...
Gelin görün kü bu; cari açığın hiç bir zaman "sorun" olmayacağı demek değildi...
"Mutluluk Zinciri" sonunda bir noktada kallavi bir devalüasyonla mutlaka kırılacaktı...
Ve hep aynen öyle oldu...
Yani "Mutluluk Zinciri" her seferinde dev bir devalüasyonla kırıldı...
Ve kedinin kuyruğunu kovalamasına benzeyen bu politika yılllarca ekonomimizin kanını emdi...
Şimdi Güngör Ağabey'le ilgili anıma geleyim...
*
1989'da Özal'ın başbakanlığında başlayan "kısa vade - yüksek faiz"li iç borçlanma, onu takip eden hükümetler döneminde de (Akbulut, Yılmaz, Demirel ve Çiller) aynen uygulanıyor ve fakat giderek "felâket" halini alıyordu.
1989 yılından itibaren yerel gazetelerde yazmaya başladığım bu felâketi "Ulusal Medya"ya geçtiğimde de anlatttım durdum...
Önce Günaydın Gazetesi'nde yazdım...
Oradan kovuldum...
Sonra Umur Talu'nun genel yayın yönetmenliği sürecinde Milliyet'te yazdım...
Umur'un yerine getirilen Ufuk Güldemir (merhum) göreve geldiğinin üçüncü günü kovdu beni...
Ve derken 1995 Haziran sonunda AKŞAM'da yazmaya başladım...
Hem de her gün...
Ve tabii yine aynı konu...
*
Diyordum ki:
"6-8 Milyar Dolar karşılık ayırıp kâğıt para basılmazsa, iç borçlarımız çığ olup, ekonomimizi boğacak"...
"Neden her gün bu konuyu yazıyorum?.." diye kendime sual yöneltip, cevabını da kendim veriyordum köşemde...
Çünkü...
Topçu kurmay albay kayınpederim (merhum) bana "hedef tutturduysan başka hedefe değil, yıkıncaya kadar aynı hedefe ateş et!' diye
öğretti...
Hedefi tutturdum...
Giderek çok fazla destek alıyorum...
Umarım Başbakan da bu gerçeği görür de bir an önce rezervlerimizin bir bölümünü karşılık ayırıp kâğıt para basarak, iç borçlanmanın ve yüksek faizin hızını keser...
Aksi halde bu model ekonomiyi yutacak...
*
Yine aynı süreçte dönemin Başbakan'ı Tansu Çiller'e ve TÜSİAD yönetimine köşemden "Açık Mektup" yazıyordum..."Türkiye ekonomisi için asıl tehlike yüksek enflasyon değil; yüksek faizli, kısa vadeli iç borçlardır"...
Ve iç borçların henüz Erciyes Dağı'nın tepesinde kocaman bir kartopu olduğuna...
Yuvarlanarak aşağıya doğru hızla düştüğüne...
Her yuvarlanışında yerden topladığı karlarla daha da büyüdüğüne...
Ve sonunda...
Koca Kayseri'yi yutacak büyüklüğe erişip "çığ" olacağına dikkat çekiyordum...
Kayseri örneğini veriş nedenim ise sanayiinin yeni gelişmekte olması ve Erciyes'in eteklerine yakınlığıydı...
Sakıp Ağa, Uras ve ben...
Dinleyen kim?..
Pardon...
Meğer "dinleyen" ve beni çok ciddiye alan bir kişi varmış da benim haberim yokmuş... (Güngör Ağabey o zaman yanlış hatırlamıyorsam Ali Rıza Kardüz ve Tevfik Uras mahlasıyla iki farklı gazetede ekonomi yazıyordu ve aynı zamanda Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesiydi)...
İşte o bir kişi Sabancı Holding'in Yönetim Kurulu Başkanı Sakıp Sabancı (merhum) idi...
*
Sakıp Ağa (merhum) bir gün beni öğlen yemeğine davet etti...İkimiz de By-Passlılar kulübündendik ve o günkü öğle yemeğimiz buz gibi karpuz ile az yağlı beyaz peynirden ibaretti...
Yemeğimizi yedikten sonra Sakıp Ağa kahvelerimizi söylerken Güngör Ağabey'i de davet etti...
Lütfetti geldi Güngör Ağabey...
Ve ben bir gazeteci/yazardan önce iktisatçı kimliğimle orada olduğum için kendi düşüncelerimi aktardım...
Uras; yüksek faiz, kısa vade konusunda benimle hemfikir olduğunu ama para (basma) konusunda uzman olmadığını söyledi...
"Dolar karşılık ayrılsın, kağıt para basılsın" önerimle ilgili ise yorum bile yapmadı...
Ama Sakıp Ağa'nın dinlediklerinden çok etkilendiğini anlamıştım...
Sık sık, para basmanın enflasyonu iyice azdırıp azdıramayacağını sordu. Karşılıksız basılan paranın fiyat artışına yol açacağını söyledim...
"Ama" dedikten sonra karşılığında rezerv para bulunması ve üretim artışıyla desteklenmesi halinde (bu arada Fisher'in "Miktar Teorisi"ni detaylı olarak anlatmıştım), fiyat artışı değil aksine fiyatlarda istikrar geleceğini örnekleriyle izah ettim...
"Olabilir, arkadaşlarımla bunu daha detaylı konuşacağım" dedi Sakıp Ağa...
*
Ama nedense daha sonraları Sakıp Ağa da benin modelimle ilgilenmedi..Derken...
Korkulan oldu...
İç borçlar kartopuyken çığa dönüşüp ekonomimizi yuttu...
1994'te ulusal medyada "Dolar karşılık ayırıp kağıt para basın" diye yazmaya başladığımda 13 Milyar Dolar karşılığı TL olan iç borç toplamımız öde, öde bitmediği gibi büyüdü, büyüdü, büyüdü...
Ve sonuç; 2001 Şubat krizini yaşadık...
Bu arada 1998 krizini hatırlatmaya bile gerek görmüyorum zira ne zaman hatırlatsam birileri çıkıp, "O krizin sebebi önce Malezya sonra da Rusya kriziydi" diyor...
Neyse...
2001 krizini önce Kemal Derviş sayesinde aştık...
Dalgalı kura geçtik...
Sonra da Ali Babacan sayesinde para arzını 3.5 milyar dolardan 17 milyar dolara (tedricen) çıkardık bu arada döviz rezervimiz de hızla artışını sürdürdü (Bugün 84 Milyar Dolar). Ve faizler tek haneli rakamlara düştü, vadeler neredeyse 10 (on) yıla çıktı...
Ama...
Bu başarılı ekonomi yönetimine rağmen iç borç toplamımız halen 240 Milyar Dolar karşılığı TL..
*
Geleyim bugüne...
Yine eski türküler söylenmeye başlandı...
Ozel bankalarımız ne zaman "az para" kazanmaya başlarsa onların danışmanları veya medyadaki sözcüleri hemen "cari açık felâket, sıcak paradan yanacağız, ekonomideki bu büyüme hayra alâmet değil" diye türküler söylemeye başlarlar...
Tıpkı son günlerde olduğu gibi...
Oysa Türkiye'nin şu önümüzdeki süreçte en büyük sorunu ekonomik değil; toplumsal...
Nedir bu toplumsal sorun?..
Önce "işsizlik"...
Sonra nüfus artışı tarafından emilen büyüme hızı...
Ve tabii ki en az ilk ikisi kadar (hatta belki daha tehlikeli) gelir dağılımındaki adaletsizlik...
Hükümet aslında bu üç sorunun üçüne de çözüm bulabilmiş değil...
Ama...
Buna rağmen özel banka sözcülerinin "ekonomi çok büyüyor; haliyle ısınıyor, soğutun, büyüme hızını düşürün" deyişinin sadece siyasi değil, ekonomik akılla da hiç ilgisi yok...
*
Yani...
Belki de çoookkk uzun zamandır ilk kez Engin Ardıç'la aynı şeyleri düşünüyoruz...
Tek farkla...
"Ekonomi büyüsün, tüketim artsın" diyen Engin; "Aile Sigortası" kurumu aracılığıyla "yoksulluk sınırında yaşayan ailelerdeki ev kadınlarına en az 600 lira maaş vereceğiz" demesini eleştirirken ben projeye destek veriyorum...
Çünkü...
2004 - 2007 arasında orta direk, olmayan gelirlerini harcadı...
Tabii ki kredi kartları ve tüketici kredileriyle...
Haliyle milyonlarcası bankaların icra takibinde ve kara listesinde...
Sadece asıl borçlular değil...
Onlara kefalet veren en az iki kefil de aynı durumdalar...
Yani...
Para arzının artması da yeterli değil...
Onunla birlikte "Aylık Gelir Arzı" da artmalı...
Artmalı ki, Mısır veya Tunus'a dönmeyelim...
Haaa...
Birileri bunu istiyor ve bu arada Mısır'da olduğu gibi TSK'ya bahane çıkacağını düşünüyorsa onu bilmem...
adnanberkokan@gmail. com