'Cezaevinde korkmadan yazabiliyorsun'
Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu cezaevinde yaşadıklarını, neden tutuklandıklarını ve Balyoz darbe planı davası kararı hakkındaki görüşlerini anlattı
Pehlivan, Kral TV'deki izleyici mesajlarını takip ettiklerini söylerek, "Çarşamba günleri görüş gününe gelen eşler eve dönünce mesaj atarak bilgi verirler. 'Aşkım, eve geldim merak etme' diye yazardı" dedi. Pehlivan tahliyesinin ardından yaşadıkları için "'Gerçek misin?' diye arada dokunuyor eşim. 20 ay öncesi gibi değiliz" derken, Terkoğlu, "Sabahları sayım saatinde uyanıyorum. Tık diye gözlerim açılıyor" diye konuştu.
Hürriyet gazetesinden Ayşe Arman'ın "İçeriye girdiğimizde arkadaşlarıma söyledim: Bizi insan dışkısına batırıp çıkaracaklar" başlığıyla yayımlanan Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu söyleşisi şöyle:
"İki genç adam. İki parlak adam. Biri 83, biri 80 doğumlu. Oda TV'nin Barış'ları. Kendilerini tanıtırken, "Ben Pehlivan", "Ben Terkoğlu" diyorlar, belli ki herkes ikiz gibi onları karıştırıyor. Beni samimiyetleri, derinlikleri, bilgileri, kendilerini sakin ve rahat bir şekilde ifade etmeleri çok etkiledi. Bir de ne etkiledi biliyor musunuz, bu genç yaşlarında dünyayı sırtlarında taşımaları, ülkelerinden, yaşananlardan kendilerini sorumlu hissetmeleri. Ait oldukları kuşaktan farklı gençler onlar. Fikirlerine katılsanız da, katılmasanız da hayata karşı duruşlarına saygı duyuyorsunuz. 20 ay içeride kaldılar, TÜBİTAK raporundan sonra tahliye oldular. Merak ettiğim her şeyi sordum. Tabii ki mesele derin, yazı uzun, salı-çarşamba da devam edecek...
- Kendinizi, günün birinde 'örgüt üyesi' olarak bulacağınız aklınıza geliyor muydu?
TERKOĞLU: Beni çok şaşırtmadı çünkü bu davaları yakından izliyordum. Hatta Levent Göktaş diye bir tutukluyla tanıştım. Yaşadığı fıkra gibi. Ofisinde sekreteriyle otururken, sekreteri, "Sizce, gerçekten Ergenekon diye bir şey var mı?" diye soruyor. O da, "Olmasa bu kadar insan gözaltına alınır mı!" diyor. İşte tam o sırada kapı çalınıyor. Levent Göktaş'ı da apar topar alıp götürüyorlar. Dört yıldır içerde...
PEHLİVAN: "Herhalde bizim de başımıza bir çorap örülür" diye düşünüyordum ama bilgisayarlarımıza virüs gönderilmesi gibi bir sosyal mühendislik saldırısı beklemiyordum. Beklemediğim gibi bir de "Bu davalardaki hukuksuzlukları anlatan gazetecilere yapmazlar. Yaparlarsa çok göze çarpar!" diyordum. Yanılmışım.
20 ay sonra tahliye oldunuz. İnsanlara ne anlatmak istiyorsunuz? Onlar neyi anlasın istiyorsunuz?
PEHLİVAN: Şunu demek istiyorum: "İşler, bildiğiniz gibi değil!" Bizim davada iki kelam etmek için, o duruşma salonuna gelip, izlemek gerekiyor. Öyle gazete manşetlerinden, gazete spotlarından bu işler anlaşılmaz. Gözaltına alındık, tutuklandık, cezaevine atıldık. Ve o günden itibaren, aylarca manşetlerde linç edildik. İddianamelerde ne yazacağını dahi gazetelerden öğrendik. Bize demediklerini bırakmadılar. Ve ipi boğazımıza geçirdiler, mahkeme salonuna öyle çıkardılar. Sonra aylarca süren duruşmalar başladı. Bizi manşetlerde parçalayan o gazetecilerden küçücük bir şey isterdim. Tamam iddianameyi veriyorsunuz ama savunmalarımızı neden vermiyorsunuz? Bizden nefret edebilirsiniz. Gazeteciliğimizi, dünya görüşümüzü sevmeyebilirsiniz. Ama gazetecilik, iddianame kadar savunmaları da vermeyi gerektirir...
- Neden vermediler sizce? İlgilenmedikleri için mi?
PEHLİVAN: Yok canım, kesinlikle kötü niyetlerinden! Bizi, "Talimatla haber yapıyorlar" diye suçluyorlar. Esas bizi linç edenler, talimatla haber yapıyorlar. Polis, Oda TV operasyonuyla ilgili nasıl haber yapılması gerektiğini haber metni, spotu, başlığı, bold yapılması gereken yerler dahil, hazır olarak vermiş muhabirlere. Ve bütün gazetelerde cümlesi cümlesine, kelimesi kelimesine aynı şekilde yayınlandı.
TERKOĞLU: Hani meşhur bir söz var, Göbels'in sözü, "Öyle büyük bir yalan söyle ki, kimse aksini ispatlamaya cesaret edemesin!" Bize yapılan buydu. İçeriye girdiğimizde arkadaşlarıma da söyledim, "Bizi insan dışkısına batırıp çıkaracaklar." Bizi bambaşka insanlar olarak yansıttılar. O kadar suçluyduk ki, ölümü bile hak ediyorduk!
Bizi gönderdiği için gözleri parlıyordu
- Siz dışarı çıktınız ama hâlâ içeride insanlar var. Nasıl hissediyorsunuz?
PEHLİVAN: Yarımız içeride şu an. Çıkarken, koridorda yürüyordum, Soner Yalçın'ın koğuşunun önünden geçiyordum. Onun gidişime baktığını gördüm. İnfaz koruma memurlarına, "Kapıyı açın, sarılacağım" dedim, açmadılar. Yemek mazgalı vardır, zorla onu açtırdım. "Kusura bakmayın" dedim, ellerimiz birleşti. Bizi gönderdiği için gözleri parlıyordu. O çıkana kadar, yarım kalacağız.
TERKOĞLU: Hani bir karabasan görürsünüz, gözünüzün önünde kötü şeyler olur, engellemek istersiniz. Ama kıpırdayamazsınız bile, bağırırsınız, sesiniz çıkmaz. İçerideyken öyle hissetmiyordum işte. Şimdi roller değişti. Artık olan biteni dışarıdan izliyorum. Ve kendimi çok kötü hissediyorum. Diğer tutuklular ve Soner Yalçın için bir şey yapamıyorum. Utanıyorum.
- Sonunda devlet de 'virüs' olduğunu kabul etti. Size bu komployu kim yaptı?
PEHLİVAN: 20 ay boyunca, ellerinde hiçbir belge yokken içeri atılmış biri olarak, elimde kesin belge olmadan kimseyi suçlayamam, "Şu yaptı" diyemem.
- Siz de bilmiyorsunuz yani...
PEHLİVAN: Elimde bazı ipuçları var. Şu kadarını söyleyebilirim: Bu dijital sahte veriler, devlet destekli istihbarat faaliyeti olmadan yapılamaz. Telefonlar dinlenmiş, birbirimize nasıl hitap ettiğimiz öğrenilmiş, nerede oturduğumuz tespit edilmiş. Bu tür bilgilere uygun, virüslü notlar üretilmiş ve bilgisayarlarımıza sokulmuş. Bu iş, 'biyografik istihbarat' gerektiren bir şey. Demek ki karşımızdaki ciddi bir organizasyon. Bir de TÜBİTAK raporuyla ve ek klasörlerle tespit edilen çok çarpıcı bir durum var: Söz konusu virüslü mail, aslında Şubat'ın 3'ünde (2011) gönderiliyor bizim bilgisayarlara. Ama başarılı olunamıyor, zararlı yazılımlar bilgisayara yüklenemiyor. Bunun üzerine Şubat'ın 4'ünde mail adreslerimiz için mahkeme tarafından takip kararı çıkartılıyor. Ertesi gün Şubat'ın 5'inde yeniden gönderiyorlar. Bu defa başarılı oluyorlar. Virüs bilgisayarlara yerleşiyor. Yani bilgisayarlarımız ele geçiriliyor. Sonunda da, iddianamedeki 'suç delili' denen notlar bilgisayarlarımıza konuyor. Bunu söyleyen TÜBİTAK. O zaman ben de sorarım: "Bize bu komployu yapan kişi ya da kişiler devlet destekli değil mi?" Şunu da vurgulamam gerek: TÜBİTAK'ın tespitine göre, bilgisayarlarımızda bulunan notları bizler oluşturmadık, değiştirmedik ve hiç açmadık. "Açılmamış dosyanın davası olmaz" dememiz bundan.
TERKOĞLU: Soner Yalçın'ın da, Yalçın Küçük'ün de, Hanefi Avcı'nın da, Ahmet Şık'ın da, Nedim Şener'in de, Oda TV'de yazarların da, ortak bir noktası var. Hepsi cemaat hakkında haber yapmış, yazı ve çok önemli kitaplar yazmış insanlar. İşte bu gerçeği araştıran insanların hepsi, birbirlerini tanımadığı halde, aynı örgüt poşetine konuldular. Bu da yapanların, neye göre düşman seçtiğini gösteren bir neden.
Güzel bir söz var: "Birini, büyü yaparak öldürebilirsiniz ama kahvesine biraz arsenik katmanız lazım!" Biz virüsle büyü yapıldığını görüyoruz ama aslında, kahvemize arseniği kimin koyduğunu araştırmamız lazım. Bu virüsleri gönderenler şunu çok iyi biliyorlar ki, birkaç gün sonra polis kapımızı çalacak, bizi gelip alacak ve sonra biz tutuklanacağız. Bunu yapanlar aynı zamanda bizim telefonlarımızı dinleme, bizi takip etme, bizim maillerimizi okuma gücüne sahip insanlar. Biz, "Bu operasyonu yapan cemaatin şu ya da bu üyesi" demiyoruz ama devletin içerisinde, yargıda ve emniyet teşkilatında örgütlü bir cemaat odağı tarafından yapıldığını söylüyoruz.
- Neden sizden başka türlü kurtulmayı denemediler?
PEHLİVAN: Bu soruyu ben de düşündüm. Amaç direkt biz miydik? Yoksa biz, bütün gazetecilerin tepesinde sadece Demokles'in kılıcı gibi duracak bir örnek miydik? Çünkü Oda TV iddianamesini okuduğunuzda, anlıyorsunuz ki bu dava burada bitmeyecekti, devamı vardı. Birçok gazeteye ve gazeteciye uzanacak bir operasyondu. Ne var ki tepkiler sonucunda hem savcı hem de operasyonun başındaki istihbarat şube müdürü görevden alındı ve operasyon durduruldu. Biz, ellerinde kaldık.
TERKOĞLU: Bence bu, Türkiye'de yeni bir ölüm şekli. Eskiden aydınların Sabahattin Ali gibi, kafalarını taşla eziyorlardı, sokak ortasında vuruyorlardı, işkence edip atıyorlardı. Metin Altıok gibi yakıyorlardı, ya da Uğur Mumcu gibi arabasına bomba koyuyorlardı. Ve aslında düşünürseniz, yüzlerce kişinden söz ediyoruz. Sadece son dönemde 400 civarı asker alındı. Bu insanları hapse atmak, sokak ortasında vurmaktan, bomba koymaktan çok daha kolay. Üstelik hapse atmak da, ruhen öldürme şekli.
PEHLİVAN: Bir de şöyle bir iddiaları var. "Artık faili meçhul cinayetler yok, gerçekleştirenleri biz içeri atıyoruz." Bizi öldürselerdi, faili meçhul cinayetler devam ediyor olacaktı.
- Sizce bu dava ne zaman sonuçlanacak?
PEHLİVAN: Benim şöyle bir teorim var. Wikileaks belgelerinden de anladığımıza göre, asıl hedef Balyoz'du. Ergenekon Davası, Balyoz için bir psikolojik hazırlıktı. Ergenekon operasyonu sırasında, gıcık oldukları ve düşman diye düşündükleri insanları de içeri attılar. O atmosferde, muhalif askerleri tasfiye ettiler. Ama asıl hedefin Balyoz olduğunu düşünüyorum. Balyoz da sonuçlandı şimdi, Ergenekon'u nasıl kapatacaklarını düşünüyorlar bana kalırsa.
TERKOĞLU: Davaların isimleri farklı ama özleri hep aynı. Amaç, muhalif güçleri, kurumları ortadan kaldırmak. Türkiye'de kızların okula gönderilmesindeki en büyük eğitim derneğini neredeyse fuhuşla, şunla, bunla örtüştürerek itibarsızlaştırdılar. Gazetecileri içeri tıktılar. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde Cumhuriyet'in kuruluş felsefesini kendine varlık gerekçesi edinmiş insanları da ordudan tasfiye ettiler. Bütün bu davalara baktığınız zaman, anlıyoruz ki amaç, kendilerine karşı olanları saf dışı bırakmak. Ne zaman sona erer? İyimser tahminle, Türkiye'ye hukuk ve adalet geldiği zaman. Kötümser tahminle, 'Artık herkesi bitirdik' özgüvenine sahip olduklarında...
Soner Yalçın'ın tahliye edilmemesi akıl alacak gibi değil- Madem sizin tahliye olmanızda TÜBİTAK raporu etkili oldu, Soner Yalçın'da neden işe yaramadı?
PEHLİVAN: Biz de aynı şeyi merak ediyoruz. İddianamenin özü, üç ayrı bilgisayarda bulunan dijital veriler. Bilgisayarında veri olduğu iddia edilen Müyesser Yıldız ve ben tahliye ediliyoruz fakat bilgisayarında hiçbir veri bulunamayan Soner Yalçın edilmiyor! Akıl alacak gibi değil. Gerçi akıldışı o kadar çok şey var ki. Tahliye olmadan bir hafta önce, bizim TÜBİTAK raporuyla ilgili tahliye talebimiz reddedildi. Orada mahkeme bana ve Barış'a, "Sizi tahliye edemeyiz, ev hapsine bile çıkaramayız, hakkınızda o kadar ağır şüphe var" dedi. Bir hafta sonra yurtdışına çıkış yasağı bile koymadan bizi serbest bıraktı.
Cezaevi bazılarını büyütüyor bazılarını küçültüyor
- 'Giren adam'la 'çıkan adam' arasında ne fark var?
PEHLİVAN: Saçlarım biraz daha beyazladı ve gözlük takmaya başladım. Onun dışında, olgunlaştım.
TERKOĞLU: Cezaevi, insanı ya çok büyütüyor ya da çok küçültüyor. İçeride bazen kocaman bir asker, kocaman bir aydın, dışarı çıkabilmek için her şeyi yapıyor. Bu davalarda, size bir 'tövbe kapısı' gösteriliyor. O 'tövbe kapısı'ndan istediğiniz zaman geçip gidebilirsiniz. Şartı, yaptıklarınızı, yazdıklarınızı, eylemlerinizi, fikirlerinizi inkâr etmek. Bunlardan vazgeçip çıkıp giden birçok insan oluyor. Onlar küçülüyor. Bir de, "Ne olursa olsun yazdıklarımı savunuyorum, arkasında duruyorum" diyenler var. O insanlar da büyüyor.
Ben komplo yapsaydım daha iyisini yapardım
- Başka rastladığınız hata, çelişki var mı?
PEHLİVAN: Müyesser Yıldız'ın Emniyet'te ifadesi alınacak. Bilgisayarı daha incelenmeye alınmadan 1 saat 10 dakika önce, tam 11 tane soru soruyorlar. Henüz görmedikleri sözde suç delili belgeler hakkında! Sorgu bittikten sonra bilgisayardaki belgeleri buluyorlar. Üstelik bunu kayda geçirmişler, tutanak tutmuşlar...
TERKOĞLU: Bir dedektif gibi delilleri incelediğinizde, inanılmaz hatalar var. Soner Abi'ye bir ara dedim ki, "Ben bir komplo yapsam çok daha iyisini yapardım!" İnsan aklına hakaret eden bir komplo bu.
- Ortaya çıkmayacağından eminler demek ki...
TERKOĞLU: Delili hazırlayan kimse, 'uygulayıcı'ya çok güveniyor. Ve nedense bütün davalarda dijital veriler, savcılar tarafından hep aynı polislere inceletiliyor. Bu polisler bütün davalar İstanbul'da olmasına rağmen Ankara'da görev yapıyor. Ve hep aynı isimler. Üstelik bunlar, Bilişim Şube'de değil kaçakçılık ve organize suçlar şube müdürlüğündeler. Yasalara göre Adalet Bakanlığı'nın mahkemelere verdiği 'uzman kişiler listesi' var. Mühendisler, doktorlar, bilişim konusunda uzman insanlar. Ama savcılar ısrarla, o uzmanlara değil, bu isimlere veriyorlar ve istedikleri raporu alıyorlar.
Yeni işkence yöntemi: İnsansızlaştırmak
- İçeride olmanın en b.ktan tarafı ne?
PEHLİVAN:Tecrit. Dolandırıcılık, tecavüz, cinayet gibi suçlardan hüküm giyen insanlar 20-25 kişilik koğuşlarda birlikte kalabiliyordu. Bizimki gibi davalarda, üç kişi ya da tek tek. Soner Yalçın'la avukatımız ortak, koridorda karşılaşmayalım diye önce Soner Yalçın'ı koğuşuna koyuyorlar, sonra beni çıkartıyorlardı. Bütün mesele insansızlaştırmak.
TERKOĞLU: Türkiye'de eskiden elektrik veriyorlardı, soğuk su döküyorlardı, başka türlü eziyet ediyorlardı. Yeni bir işkence yöntemi bulmuşlar: İnsansız bırakıyorlar.
Cezaevinin iyi tarafı tutuklanırım korkusu olmadan yazabilmek
- Cezaevinde olmanın iyi bir tarafı var mı?
TERKOĞLU: Var. İnsanın, "Acaba yazdıklarım nedeniyle tutuklanır mıyım?" demediğin tek yer. Müthiş özgürsün, istediğin gibi yazabilirsin!
PEHLİVAN: Zaten 20 yıllık hapsini istiyor karşı taraf, en diptesin, daha dibi yok, bir daha da tutuklayamazlar. Rahat rahat haberini yaz, kitabını yaz. Daha cesur oluyorsun. Bir de zaaflarım, güçlü yanlarım neymiş onları gördüm. Kendimi daha iyi tanıdım. Adalet duygum güçlendi. Özgürlüğün ne kadar temel bir ihtiyaç olduğunu anladım. O küçük mutlulukların önemini kavradım. Ufka bakmak, yeşile dokunmak, eşimin elini tutmak, sarılmak, aynı yastığa baş koymak, birlikte uyumak...
- Kaç yıldır evliydiniz?
PEHLİVAN: 13-14 aylık evliydik, 20 ay içeride kaldık. Evliliğimizin büyük bölümü hapiste geçti.
TERKOĞLU: İkinci ve üçüncü yılımızı hapishanede kutladık. Böylece üçüncü yıl krizini hapishanede atlatmış olduk!
- "Ya bunlar dayanamaz, bizi bırakıp giderlerse" diye düşündüğünüz olmadı mı?
TERKOĞLU: Eşime, "Burada her şey olabilir, istersen beni bırakabilir ve unutabilirsin" dedim. Hapishane önündeki kadınlar, böyle sözleri hakaret sayıyorlar. Emin olun sadece kendi karım için söylemiyorum, Halide Hanım da, Aysel Hanım da, Nilgül Hanım da, Şule Hanım da, Duygu Hanım da, Gülşah Hanım da, diğer bütün o kadınlar da kocalarına inanılmaz sıkı sarılıyorlar ve onları ayakta tutuyorlar.
Hapishanede sosyalleşme teknikleri
- Cezaevi anladığım kadarıyla insanı pratikleştiriyor...
PEHLİVAN: Hem de nasıl. Buharda yemek kaynatmaya çalışıyorsunuz. Gelen yağlı yemekleri yeniden üretip farklı bir hale getiriyorsunuz. Cezaevi, kendi ritüellerini de doğuran bir yer. Özellikle çarşamba gecesi Kral TV'nin altında mesajlar geçer. "Aşkım, merak etme eve geldim iyiyim" gibi. O nedir biliyor musunuz? Cezaevlerinde görüş günleri çarşamba olur. Eve dönünce eşlerine mesaj atarak bilgi verirler. İnternet yasaktır. Ama biz son dakika haberlerini öğreniriz. Nereden? TRT'nin teletekslerine girip haberleri ve ayrıntıları okuruz. Avlularda, kanalizasyon için mazgallar vardır. Karşı tarafa sesini duyurmanın en kolay yolu, o mazgala eğilip bağırmaktır.
TERKOĞLU: Yan koğuşta Yalçın Hoca kalırdı. Sabahları gazeteler herkese aynı saatte gelirdi, ilgisini çeken bir haber çıktıysa, mazgala sopayla pat pat vurup, ses çıkarırdı. Çok küçük cümleler kurmanız lazım. "Okudum güzeldi" der mesela... Ya da "Bence yanlış!"... Parçalara bölerek konuşursunuz. Konuşma bitince telefon kapar gibi sopayla bir kez vururdu. "Bundan sonra konuşsan da duymayacağım!" gibisinden.
Gerçek misin diye karım arada dokunuyor
- Tahliye kararını alınca eşleriniz ne yaptı? Birdenbire yanlarındasınız. Şok geçirmediler mi?
PEHLİVAN: Hâlâ bir şaşkınlık var. "Gerçek misin?" diye arada dokunuyor eşim. 20 ay öncesi gibi değiliz. O da ben de çok olgunlaştık, değiştik. Şimdi yeniden birbirimizi tanıyoruz. Çok dolmuşuz, birbirimize güç vermek için kemerleri sıkmışız, daha kendimizi bırakamadık.
- Geceleri uyanıp, "Ben neredeyim?" dediğiniz oluyor mu?
TERKOĞLU: Sabahları sayım saatinde uyanıyorum. Tık diye gözlerim açılıyor.