Can Dündar bu kez fena yakalandı
Ergun Babahan haklı olarak soruyor; 'Hangisi doğru Can Dündar' diye... Çünkü arşivde bu yazısı var...
Konumuzla ilgisi yok da...
Arka arkaya gelen Can Dündar yazılarını görünce not düşelim dedik.
Bugün de Ergun Babahan, Dündar'a çakmış.
İyi yerden de yakalamış...
Önce pazar günkü Erdoğan yazısından bir bölüm vermiş (yazıya katıldığını da belirterek) sonra vakti zamanında kaleme aldığı bir başka yazıyı anımsatmış.
Önce Can Dündar'ın pazar günkü yazısından kısa bir bölüm aktaralım. Mevzu Başbakan Erdoğan'ın sağlığıyla ilgili açıklama yapılmamış olması...
Diyor ki Can Dündar;
“(...) bir siyasetçiyseniz, hele de ülkenin kaderine tek başına hükmeden bir başbakansanız, ne yazık ki o beden sizin olmaktan çıkıyor; sağlık durumunuz, pazardaki adamın cebini, iç ve dış politikanın seyrini, ülkenin geleceğini etkiliyor. O yüzden de herkesin ilgi alanına giriyor. Bu durumla baş etmenin en iyi yolu şeffaflık politikasıydı. Başbakan’ın samimiyetle ortaya çıkıp sağlık durumunu açıkça kamuoyuyla paylaşmasıydı. Öyle yapmadı. Bu konuda sonuna kadar, ısrarla sustu. Tam bir ketumiyet politikası uygulayarak yakın çevresini, basın danışmanlarını da susturdu."
ECEVİT'İ NİYE YAZMADIN?
Bu satırlar üzerine Star yazarı Ergun Babahan da mazideki Bülent Ecevit örneğini hatırlatmış... Meğer Can Dündar o zamanlar Ecevit'in hastalığını "bildiği" halde kalem oynatmamış. Babahan da haliyle "benim kafam karıştı" diyor ve soruyor;
"Yarın başbakanın sağlık durumuyla ilgili bir konu önüme gelirse nasıl davranılması gerekiyor, 2002’deki yazı doğrultusunda mı, 2012’deki yazı doğrultusunda mı? Bir açıklama getirirse sevinirim. "
CAN DÜNDAR'IN O YAZISI...
Can Dündar, Ecevit'in hastalığını öğrenmesine rağmen o dönemde neden tek satır yazmadığını Haziran 2002'deki "Neden yazmadım?" başlıklı yazısında şöyle izah ediyor;
"Ecevit'in Hindistan gezisindeydik. Ağır bir geziydi. Sağlığının iyi olmadığı bilinen Başbakan, 40 derecede kavrulan bir ülkeye gidiyordu. Geziden önce "Hinduizmin Ecevit'in yaşamındaki yeri" üzerine bir araştırma dizisi kaleme almıştım. Yeni Delhi'deki resmi temaslardan sonra Taç Mahal'e gitmek üzere uçağa bindik.
Ecevitler uçağın ön bölümünde oturuyorlardı.
Elimizde Bülent Ecevit'in çevirdiği Tagore'un kitabı vardı. Yanımda oturan Hasan Ağabey'e, kitabı "tercümanı"na imzalatmaya gideceğimi söyledim; "Benimkini de imzalat" dedi. Yanına gittiğimde Ecevit'i bitap halde buldum.
Cehennem sıcağı altında gezinin Yeni Delhi durağını zor tamamlayabilmiş, rengi solmuş, yüzü çökmüştü. Yazı dizimi çok beğendiğini söyledi. Özel bilgilere nasıl ulaştığımı sordu. "Psikoloji tahsiliniz var mı" dedi.
İmza ricasıyla kitapları uzattım. Çok yorgun olmasına rağmen kırmak istemedi; kitabın kapağını açtı ve sağ elinin parmaklarını kalem taşırmış gibi hareket ettirdi. Oysa elinde kalem yoktu. Hemen kalemimi uzattım. Onunla kitabın ilk sayfasını "karaladı". Üzüntüyle yerime döndüm. Yanımda oturan Mehmet Yılmaz ve Hasan Cemal, yüzümdeki şaşkın ifadeden bir şeyler olduğunu anlamışlardı. Olan "şey"i anlattım. Onlar da üzüldüler. Ama bunu yazmadık.
* * *
Niye?
Önceki günkü Hürriyet'te Serdar Turgut, özeleştiri içeren bir yazıda bunu soruyordu:
"Olan biteni bildiğimiz halde niye yazmamış, gerektiği kadar itirazımızı yükseltmemiştik?"
Bu zor soruya benim basit bir cevabım var:
"Çünkü insanız!"
Bize okulda ve meslek içinde öğretilen gazetecilik kuralları, kamunun haber alma hakkını her şeyin üstünde tutmamızı tembihlese de o "her şey"in içine, habere konu olanların mahremiyetini ve zaaflarını sokamayacak kadar insanız.
"Konu", başbakan bile olsa...
* * *
Ecevit'in sağlığı, kamu görevlileri ve doktorlar gibi biz gazetecileri de ciddi etik sorularla baş başa bıraktı.
Bizim görevimiz, duygu, düşünce ve inançlarımızdan külliyen azade olup "her ne olursa ve her ne pahasına olursa olsun" haberi, "bilme hakkı"na sahip olan "kamu"ya iletmek midir?
Yoksa her haberci, her gün, önüne gelen her haberde, mesleğiyle kişiliğinin o kavgalı değirmeninde yeniden öğütülerek mi pişecektir?
2 sene sonra meslekte çeyrek asrını kutlayacak bir gazeteci sıfatıyla yazacağım, ustalarımız yadırgamaz umarım:
Ben, elim kalem tuttuğundan beri, her daim, meslek ilkelerinden önce, kalbimin sesini dinledim.
Ve o ses bana "İnsanların zaaflarıyla oynama" diyordu.
Bu sayede haberi vermenin, itirazımı dillendirmenin daha insani yollarını keşfettim.
Hiç de pişman değilim.