Bu kitap her gazeteciye lazım!
Sedef Kabaş'ın yeni kitabı "Soru Sorma Sanatı" Doğan Kitap'tan çıktı. Kabaş'ın kitabı gazeteciler için çok faydalı.
Sedef Kabaş, Doğan Kitap tarafından yayınlanan kitabında dünyada ve Türkiye’deki röportaj ve söyleşi geleneği inceliyor. Türk medyasında sıklıkla birbirine karıştırılan “söyleşi” ile “röportaj” arasındaki farkları ortaya koyuyor. Soru sormanın inceliklerinin anlatıldığı kitapta, etkili söyleşi yapmanın yöntemleri “söyleşi öncesi”, “söyleşi süreci” ve “söyleşi sonrası” aşamaları halinde ele alınıyor.
Kabaş, özellikle1980 sonrası Türk basınında söyleşi yapan gazetecilerin yaptıkları işi nasıl tanımladıklarını, kamu adına soru sormanın sorumluluğunu ne ölçüde yerine getirdiklerini ve söyleşilerde Türkiye gerçeklerini ne kadar yansıttılarını analiz ediyor.
Kitapta, Ayşe Arman’dan Neşe Düzel’e, Emin Çölaşan’dan Nuriye Akman’a, Mehmet Barlas’dan Leyla Umar’a, Balçiçek Pamir’den Leyla Tavşanoğlu’na, Elif Ergu’dan Zeynep Oral’a, Arda Uskan’dan Kürşat Başar’aTürk basınında söyleşi yapmış 23 gazetecinin konu ve konuk seçimleri, yaşadıkları zorluklar, haber kaynaklarına ulaşmak ve konuşturmak için izledikleri yöntemler, mesleklerini nasıl yorumladıkları ve yaşadıkları ilginç olaylar geniş şekilde yer alıyor.
Söyleşi yapan pek çok gazeteci, röportaj yaptığını zannediyor
Ayşe Arman: Yaptığım işe röportaj diyorum gazetede. Söyleşi de diyebiliriz, röportaj da diyebiliriz. Beni böyle şeyler çok ilgilendirmiyor. Ben merak ettiğim şeyleri soruyorum, söyleşi-röportaj tanımı benim için önemli değil.
Balçiçek Pamir: Hepsi aynı şey değil mi? Ben röportaj diyorum.
Derya Sazak: Benim yaptıklarım haftalık söyleşiler. Röportaj, bir olay üzerine ya da insan öyküsü üzerine yazılır. Daha fazla izlenim içerir; üzerinde daha fazla kalem oynatmak gerekir.
Leyla Umar: Röportaj olarak tanımlıyorum. Böyle adlandırmak yanlış ama ben de söyleşinin ne olduğunu biliyorum ama ağzımdan öyle çıkıyor. Siz sorunca fark ettim.
Mehmet Barlas: Röportajda ille de bir kişinin olması şart değil, röportaj bir konuyu açmak için yapılan bir iştir, bir nevi monografidir, olayı aydınlatma çabasıdır, ya da bir olayı farklı yönlerle ortaya çıkarma çabasıdır. Söyleşi ise konuştuğunuz insanın düşüncelerini yansıtma çabasıdır. İkisi arasında epey fark var.
Ahmet Tulgar: Röportaj doğru kelime değil, Türkçede yanlış kullanılıyor. Buna ‘interview’ denilebilir, söyleşi de tam karşılamıyor. Ben ‘interview’ olarak tanımlıyorum.
Nuriye Akman: Röportaj ve söyleşi ayrımına ben hiç takılmıyorum. Röportaj da söyleşi de dediğim oluyor ama sohbet demiyorum. Sohbet bana biraz daha ‘light’, daha ‘geyikmiş’ gibi geliyor.
Hızır Tüzel: Tamamen bir şov biçiminde yapıyorum. Sohbet diyebiliriz. Bir süre gazeteciliğe ara vermiştim. Geri döndüğümde hiçbir şey eskisi gibi değildi.
Emin Çölaşan: Ben bir fark görmüyorum. Söyleşi, röportaj, mülakat hepsi yerine göre olabilir. Ben röportaj tarifine uyuyorum.
Her söyleşi yapanın bir yoğurt yiyişi var
Leyla Umar: Eğer, karşındakinin lafını kesip soruyu okursan, o tatsız bir röportaj oluyor. Saçma olsun, zararı yok, ben içimden geleni soruyorum. O zaman daha ilginç ve doğal oluyor... Fazla uzatmam. Soruları ağdalı sormam. Bazıları sorular hazırlarlar ben daha çok spontane sormayı severim.
Yener Süsoy: Asla soru hazırlamıyorum. Kafamda bir şeyler vardır ama bu zamana kadar önüme kâğıt koyduğumu hatırlamam. Bu, benim zeki falan olduğumu göstermiyor. Ben sıkıntıya gelemem, “Bunu sordum mu, bunu unuttum mu?” diye.
Nuriye Akman: Bir gazeteci olarak benim görevim o cevapları almak. Orada değişik teknikler uyguladığım olmuştur. Yani “kapıdan kovulurum, bacadan girerim” ya da “efendim, yanlış anladınız beni” ya da “acaba şöyle sorsam, siz daha mı az rahatsız olursunuz?” falan gibi her türlü yolu denerim.
Ayşe Arman: Bazıları benim tarzımı beğenmiyor, çok reddediliyorum ama Hürriyet gazetesi diye hemen kabul edenler de oluyor. “Şimdi giderim, bu kadın benim reklâmımı yapar, parlatır” diye düşünenler de oluyordur... Bazen karşımdakini rahatlatmak için soruları bile okuyorum…
Balçiçek Pamir: Nuriye (Akman) agresiftir, Ayşe (Arman) konuğunu çok sever. Ben pozitif yaklaşıyorum. İlk beş dakika karşımdaki bazen gergin olabiliyor, onu yumuşatmaya çalışıyorum, bu biraz zaman alıyor. Sinirlenebileceğini tahmin ettiğim soruları sona saklıyorum. Özellikle bakanlarda oluyor bu ya da zor soruyu, en çok seveceğini tahmin ettiğim sorunun arkasına yerleştiriyorum.
Emin Çölaşan: Mesela Abdi İpekçi renksiz yapardı söyleşileri. Yani kişileri konuştururdu ama kişilerin ya da olayların üzerine gitmezdi. Sadece kamuoyunu bilgilendirmek için yapardı söyleşilerini. Yani ters bir soru sormak onun uygulamasında yoktu. Renkli söyleşiler değildi bence. Ama ben söyleşiye renk getirdim. Mesela illet edici sorular sormaya başladım.
Hızır Tüzel: Konuyla ilgili güzel sorular soruyorum ama yanıt alamıyorum. Yanıt vermeyince çok canım sıkılıyor ama artık yöntemini buldum: Sorunun cevabını da söyleyip onaylatıyorum ve öyle yazıyorum. Maalesef şike yapıyoruz.
Nilgün Cerrahoğlu: Ben genelde vurucu soruyla girmem. Yani aklımdaki en kilit soruyla röportaja başlamam. Çünkü karşınızdaki insanın geri çekilmesini, kaplumbağa gibi kafasını kabuğuna sokmasını istemezsiniz.
Kürşat Başar: Karşımdaki ile sohbet eder gibi konuşurum ama mutlaka kafamda ya da bazen yazılı olarak yanımda getirdiğim sorularım vardır. Karşımdakinin hazırladığım soruları görmesini istemem. Çünkü o zaman benim ona ne sormaya hazırlandığımı bilir ve o zaman çok resmi bir durum oluşur.