Bu dünyada nasibin bir avuç toprak…
Cihana geldiğim günden beri pek çok cefâ (Sıkınt, çile) gördüm. Ezildim bâr-ı gam (gam yükü) altında bin türlü ezâ (eziyet) gördüm.
ADNAN BERK OKAN
İlkokul son sınıfta en büyük özlemim, diğer arkadaşlarımın çoğu gibi “Naylon” ayakkabı giymekti…
Çünkü arkadaşlarım o hafif ve topa vurma özgürlüğü sınırsız olan ayakkabılarıyla okulda veya okul çıkışında top oynayabiliyorlardı…
Ben ve benden iki yaş büyük ikiz amcalarım ise o keyiften yoksunduk…
O yıllar için bir taşra şehrinin varlıklı bir kunduracı esnafı ailesiydik…
Bizler “naylon” ayakkabı giyemezdik…
El âlem ne derdi sonra?..
Hemen her çocuğun sahip olabilmek için can attığı o iskarpinlerden şikâyetçi oluyordum bir gün anneciğime…
Benim bugünkü yaşımdan yedi yaş daha genç olan Dedeciğim ”eline kâğıt kalem al yanıma gel” diye seslendi o yumuşak ama otoriter sesiyle…
Anneme yaptığım şımarıklığı duymuştu…
Elimde kâğıt kalemle yanına gidince ayakta öylece dikildim durdum…
Kalbim küt küt atıyordu…
“Yaz” dedi…
Ağarmış saçlarım bir dağ başında kare dönmüştür.
O dağın dâmeninde gözlerim enhâre dönmüştür.
Bütün mûy-i siyahım bembeyaz ezhâre dönmüştür.
Tenimde cevher-i can çekilmez bâre dönmüştür.
Edebiyata olan merakım, Osmanlıca konusundaki (Yaşıtlarıma göre) gelişmişliğim benim en çok sevdiği hasletlerimdendi…
Bu dörtlüğü yazdırdıktan sonra durdu…
Kahvesinden bir yudum aldı…
Biraz öksürdü…
Devam etti…
Cihana geldiğim günden beri pek çok cefâ gördüm.
Ezildim bâr-ı gam altında bin türlü ezâ gördüm.
Değil bîgânelerden âşinâlardan belâ gördüm.
Vücudum âlem-i sıhhatte bîmâre dönmüştür.
Dedeciğim, kumaştan özenle dikilmiş elbisemi, şık kravatımı, ceket cebime yerleştirilmiş beyaz mendili ve ayağımdaki gıcır gıcır siyah iskarpinleri gösterdi eliyle…
Sonra da bir kez daha buyurdu “yaz” diye…
Sen boynuna ister ip, ister birer gevherli kordon tak.
Bu dünyada nasibin en nihayet bir avuç toprak…
Bekâsı yok bu dehrin, dîde-i in’am ile bir bak.
Nice ma’mûre-i âlem, harâbezare dönmüştür.
Ve…
Lâfı yiğitliğe…
Delikanlılığa…
Adam gibi adam olmaya…
Açık sözlülüğe…
Şeffaflığa getirdi…
Duyan yok söyleme başında bin türlü belâ olsa.
Sakın her şahsa açma hatta bu bir pârsa olsa.
Sokar akrep gibi fırsat bulunca akraban olsa.
Bütün ebnâ-i Adem zehirli bir mâre dönmüştür.
Yüzüme baktı utandım…
Yüzümün kızardığını hissettim…
Bana “sakın ola şımarma” demek istiyordu belli ki…
Bunu da şiirle söylüyordu…
Çünkü…
Dedeciğime göre "Şımarmak" çok ayıptı…
Ve…
Beni daha fazla mahcup etmeden devam etti…
Muvakkattir eğer hükmeylesen dünyaya sertâser.
Çıkar âhir elinden bin yerinden bağlasan çember.
Cihâna sığmamışken bir mezara sığdı da İskender.
Varıp baksan o da şimdi yıkık bir gâre dönmüştür.
Kalemli elimin tersiyle burnumu sildim gayri ihtiyari…
Uzandı…
Ceket cebimdeki mendili aldı…
Burnumu sildikten sonra mendili aynı yerine koyup devam etti:
Cehalet âdemi mahrum eder her bir saadetten.
Cehâlettir cihanda varsa bir eşnâ esaretten.
Uzağa gitme Eşref bu yakınlarda cehaletten.
Koca bir milletin ikbali kör idbâre dönmüştür…
Ve sordu:
“Kim söylemiş bunları?..”
“Bilmiyorum…”
“Şair Eşref’i tanıyor musun?”..
“Tanımıyorum…”
“Tanı o zaman”…
Ve sayesinde tanıdım Şair Eşref’i…
Çok istedim ki “Hiciv” yazayım…
Ama…
Zekâm yetmedi…
Haliyle “Medya analisti” oldum…
Cefâ: Sıkıntı, çile
Bâr-ı gam: Gam yükü
Ezâ: Eziyet
Bîgâne: Yabancı
Aşinâ: Tanıdık, dost
Alem-i sıhhatte bîmâr: Sağlıklı bir hasta
Gevher: İnci
Bekâ: Devam
Dehr: Dünya
Dîde-i in’am: İyilik gözü
Ma’mûre-i âlem: Bayındır, şehir
Harâbezar: Harabelik
Pârsa: Namuslu, dürüst insan
Ebnâ-i Adem: Adem oğulları
Mâr: Yılan
Muvakkat: Geçici
Sertâser: Baştanbaşa
Âhir: Sonunda
Gâr: Mağara
Eşnâ: Kötü, fena
Kör idbâr: Bahtsızlık, talihsizlik