Böyle olduğu için üzgünüm!
Taraf gazetesinden gürültülü bir şekilde ayrılan Oya Baydar, Sabah gazetesine konuştu: "Böyle olduğu için üzgünüm!"
Taraf gazetesinden ayrılığı çok konuşuldu konuşuluyor Oya Baydar'ın... "Buna yıllık yazarım bir çok kitabım var kimse beni hatırlamadı diyen Baydar, Bu kadar ilgi gördüğüne de şaşırdı... İşte tüm bunları Baydar Sabah 'Cumartesi'ye anlattı...
- Taraf gazetesinde yazmaya son vermeniz epeyce ses getirdi, manşetlere taşındınız. Bunu bekliyor muydunuz?
- Hayır, hiç beklemiyordum ve üzgünüm böyle olduğu için. Medyadaki her şeyi magazinleştirmeye yatkın polemik ortamı; birbirleriyle hesaplaşmak, dövüşmek için kişileri malzeme yapma eğilimi beni hem ürkütüyor, hem de açıkçası kötü yapıyor. Sevgili Mina Urgan'ın bir sözü vardı. Bir Dinazorun Anıları kitabı yayınlanıp da 50, 60, hatta galiba 80 baskı yaptığında şaşırmıştı ve şöyle demişti: "Bunca yıldır bilimsel makaleler yazdım, kitaplarım, eserlerim var, bunca zamanın hocasıyım, şimdiye kadar kimse beni hatırlamadı. Şimdi ne oldu? Hayret!..." Benim de bunca romanım var, ayıptır söylemesi hemen hepsi Türkiye'nin en saygın edebiyat ödüllerine sahip, çeşitli dillere çevrilmiş, çevriliyor; ama sağ olsunlar, medya ilgisi ancak bir polemiğin konusu haline geldiğinizde, getirildiğinizde ortaya çıkıyor. Ne kötü!
- Taraf gazetesi bir boşluğu doldurdu gerçekten. Sizi 30 yıl sonra bir gazetede yazma isteğine yönelten neydi?
- Son köşe yazım 1979'da Politika gazetesinde çıkmıştı. Sonra çeşitli maceralarla dolu 30 yıl geçti. Yeniden yazmaya başlamamın nedeni, Türkiye'de son dönemlerde yaşadıklarımız karşısında, bu cinnet ortamında, vicdanımın sesine ve dürtüsüne artık dayanamaz olmamdı.
- Taraf'taki yazılarınıza son verme nedeninizi 'erkek iktidar diliyle uzlaşamama' olarak açıkladınız. Sizce böyle bir dil nelere engel oluyor?
- Uzlaşamamaktan çok, böyle bir dil beni ürkütüyor, hazmetmeye vicdanım el vermiyor diyelim. Erkek iktidar dili özünde militaristtir, savaşçıdır, karşısındakini alt etmeye kilitlenmiştir. Bu iktidarın etkisindeki kadınlar, yani bizler de çoğunlukla esiri oluruz o dilin. Başka yerlerde tamam, eyvallah, ama militarizmle, baskıcı, otoriter rejim ve kurumlarla mücadele etme iddiasında olan, bunu da gerçekten cesurca yapan Taraf gibi bir gazetede, erkek iktidar dili önce Taraf'ı gölgeliyor, yıpratıyor.
- Gazeteden ayrılmanıza neden olan liberallersosyalistler ayrımına ne diyorsunuz?
- Türkiye'de gerçek anlamda köklü bir liberal akım yok, şimdilerde oluşuyor. Ve Taraf'ta bunun iyi temsilcileri var. Ben oraya başladığımda zaten onlar gibi olmadığımı, başka bir gelenekten geldiğimi, dünya görüşümü biliyorlardı. Tepki demesem de, bir hoşnutsuzluk vardı yazılarıma karşı. Özellikle Türkan Saylan'la ilgili yazdığım 'Kurbağa Çıktım' başlıklı yazıma bir öfke duyduklarını biliyorum. Liberal arkadaşların sola karşı neredeyse zaman zaman nefrete varan duruşlarının temelinde solu yanlış algılamaları yatıyor. Sol da kendini yenileyemedikçe bu nefrete imkân tanıyor. Ama tabii ki özgürlükçü sosyalist sol bu değil.
- Liberaller solun bu olmadığını bilme olanaklarına sahipler ama...
- Evet nitekim Ahmet Altan'ın solu eleştirdiği yazıda yazdıklarını, ben Taraf'ta çok önceden yazmıştım. Bütün bunlara rağmen sürekli darbe korkusu bu ülkeyi bloke ediyor ve liberallerle bu sisteme karşı yürüyecek bir yolumuz var.
- Ama onlardan da değilim, diyorsunuz.
- Nasıl olabilirim, liberalizm ile sosyalizm her zaman iki ayrı kanatta yürür. Liberallerin dünya vizyonları kapitalizmin sınırları içindedir. Bunun en uç örneği Fukujama'nın Tarihin Sonu'dur, bundan daha ötesi olamaz. Buna karşılık en kötü sosyalistin bile vizyonu bu düzeni, kapitalizmi aşmaktır. O kadar temel bir fark ki.
- Liberal kesimde kendileri gibi düşünmeyenlere yapıştırılan 'ırkçı, faşist' yaftaları da çok dikkat çekici değil mi?
- Çünkü gençlik hastalıkları var bu kanadın, o yüzden herkese 'hav hav hav' diyorlar. En uçlardalar, eleştiriye tahammülsüzler, kendilerini hep haklı görüyorlar ve üslupları demokrat değil. Ben Ahmet Altan'ın o lafını da hazmederdim ama o lafın temelinde 'tahammülsüzlük' vardı.
- Okurların tepkisi nasıl oldu istifanıza?
- Erkekler aldırmayıp kalmamı istediler, kadın okurların neredeyse tümü ise "Çok üzüldük ama biz de olsak giderdik," dediler. Bu kadın diliyle erkek dili arasındaki fark işte.
- Ergenekon konusunda solun tavrını nasıl yorumluyorsunuz?
- Solun CHP dahil ulusalcı kesimleri, tabii tabanlarını değil yönetimlerini kastediyorum, zaten Ergenekoncuların ve darbeci zihniyetin avukatlığını açık açık yapıyorlar. Sosyalist solda bile, 'benim darbem iyi, senin darben kötü' olarak özetlenebilecek, demokrat ve özgürlükçü düşünceyle taban tabana zıt sesler çıktı. Tabii tümümüzü katmıyorum bu kervana, ama 'yesinler birbirlerini, işçi sınıfını ilgilendirmez' falan denebildi. İnanın şaşırdım, nasıl geldik bu hallere diye. Sonra sol geleneğimiz üzerinde düşünmeye başladım, iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmayı göze alarak. Yine bütün kesim ve kanatlarıyla değil, ama ağırlıklı olarak devrimin ancak darbe ile gerçekleşebileceği, istenilen toplum düzeninin tepeden inme vesayetle kurulabileceği kanısı hâlâ egemen, görebildiğim kadarıyla.
- Soldaki AKP karşıtlığının, darbe savunucusu olmaya varan çizgisini neye bağlıyorsunuz?
- Son yıllarda bu ülkede Ergenekoncu zihniyet ve çevrelerin yürüttükleri cepheleştirici psikolojik harekatın etkisiyle, karşı cepheden gelen her şeye, iyi bile olsa karşı çıkılıyor. Tabii ki sınıfsal dayanakları, ideolojisi ve geleneğiyle AKP, solla bağdaşmaz. Ama AKP ve benzer akımlar darbeciliğe - kendi varlıklarını korumak için bile olsa- karşı çıkıyorlar diye solun darbeci olması gerçekten vahim bir durum. Darbeciliğe, vesayete, özgürlükleri kısıtlayan her şeye solun karşı çıkması, AKP'yi veya benzerlerini de yedeğine alması gerekmez mi aslında?
- Yine bir yazınızda sol ve Kemalizmin yaşlılık hastalığından muzdarip olduğunu söylemiştiniz. Bu hastalığın sonuçları neler?
- Ulusalcı solun, 1920'lere takılıp kaldığını, artık ok ve yay teknolojisi fersah fersah aşılmışken hâlâ altı okla idare etmeye çalıştığını hep birlikte görüyoruz. 1920'lerde doğru ve gerekli olanın 2000'lerde de aynen doğru ve gerekli olduğunu iddia etmek gericilik değil midir? Sosyalist solun bir bölümü; benim kuşağımın ve 78 kuşağının, tabii ki tümü değil, ama kayda değer bölümü de 1917'lerde kalmış bir devrim fetişizmi ve nostaljisi içinde. Bunun sahip çıktıkları Marksizm'le ne ilgisi var? Marksizm değişimi, dönüşümü açıklama yöntemidir. Bir dogma değildir. Evet, sömürü yok olmadı, gerilemedi; evet, insan özgürleşemedi; ütopyamızın çok uzağındayız. Ama günümüzde bütün bu çelişkilerin çözümünün yeni yol ve yöntemlerini, yeni örgütlenme biçimlerini yaratmak zorundayız. Bizler çatışmalar çağının çocuklarıydık, artık uzlaşmalar çağına hem alışmalı hem de bu çağın tuğlalarını döşemeliyiz. Devrimin devirmek olmadığını anlamalıyız kısaca.
Çöplüğün Generali geliyor
- Okurlarınız en çok yeni romanınızla ne zaman buluşacaklarını merak ediyorlardır herhalde. Yeni bir çalışmanız var mı ve ne zaman yayımlanacak?
- İşte bu güzel soru. Beklediğim soru. Çünkü yeni bitirdiğim bir roman var, eylül ayında yayımlanacak. Adı Çöplüğün Generali, ama korkmayın bildiğimiz generallerden değil. Bugüne kadar yazdıklarımdan tümüyle farklı. Hem konu, hem kurgu, hem üslup olarak. Bu yüzden biraz korkuyorum ve ilk defa bu konuda heyecanlıyım. Topraklarından, sularından silahlar, patlayıcılar fışkıran adsız, mekânsız, zamansız bir ülke anlatıyorum. Bir gün patlayıp yok olan bir ülke. Yazmaya başladığımda henüz bu bombalar falan bulunmamıştı, Ergenekon sürecinin çok başlarıydı. Tamamen fiktif bir hikâyeydi. Sonra tuhaf bir şey oldu; belki inanmayacaksınız, ama yakınlarım tanığıdır. Yazdığım bölümlerin bazıları neredeyse bire bir gerçekleşmeye başladı. Hele şu son denizde bulunan bombalar, silahlar. Ben bu bölümü yazalı iki aydan fazla oldu. Romanın da kilit bölümlerinden biri. Şimdi sanki gerçeği yazmış gibiyim, oysa tümüyle alegorik bir şeyler karalamak istemiştim. Ayrıca da korkuyorum; romanın sonu da aynen gerçekleşirse diye...
-İlk romanınızı 17 yaşınızda yazmışsınız ve 'Türkiye'nin Sagan'ı olarak lanse edilmişsiniz. Bize biraz o yılları anlatır mısınız?
- Evet, o zaman lise son sınıftaydım. Romancı olmak istiyordum ve bir roman yazdım. Her şey bugünkünden farklıydı, masumiyet çağıydı. O kadar ki, bir gün Hürriyet gazetesine telefon edip genel yayın müdüründen randevu almak istediğimi söyledim. 'Neden?' diye sordular, 'Ben 17 yaşımdayım, bir roman yazdım, romanımı getirmek istiyorum,' dedim. Hemen randevu verdiler. Elimde sarı deftere kurşun kalemle yazılmış romanımla o zamanlar Cağaloğlu'nda olan Hürriyet'e gittim. Şimdi, şu halimde böyle bir şeye cesaret edemem doğrusu. Yani, o zamanlar her şey, ilişkiler de daha doğal, daha insani boyutlardaydı. Sonra bu roman Hürriyet gazetesinde tefrika olarak yayınlandı. Düşünsenize... Ama ben de az daha son sınıfta okuldan atılıyordum. Son anda kurtardım.
Kendiyle yüzleşemeyen bir toplumuz
- Son kitabınız Kayıp Söz, Kürt sorunuyla ilgiliydi. En son bir korucu katliamı yaşadık Mardin'de, öncesinde DTP'ye yönelik operasyon var. Kürt sorununda bir türlü başaramadığımız nedir sizce?
- Kendisiyle yüzleşemeyen bir toplumuz. Kürt sorununun da, Ermeni sorununun da bu hale gelmesinin başlıca sorumlusu Türk devletidir, asker-sivil devlet kurumlarıdır ve kaba milliyetçi ideolojidir. Düşünsenize, paşalar ancak emekli olduktan sonra, "Meğer Kürtler varmış, biz bilmiyorduk," falan diyorlar. Peki sizler öğrenene kadar, küçücük de olsa hakları teslim edene kadar yaşananlar, bunca ölüm, bunca kan, bunca acı ne olacak? Kim verecek hesabını? Başaramadığımız, toplumca bu zihniyetle hesaplaşabilmek. Daha birkaç gün önce, Kürt sorununda kimi iyileştirme adımları atılabileceği Cumhurbaşkanı ve Başbakanca söylendi diye, MHP Genel Başkanı "Hangi ihanetin parçası yapılmak isteniyoruz?" diye gürlüyor, CHP ona katılıyor. Yani sorunun çözümü, bunca yıldır gasp edilmiş yurttaşlık haklarının küçük bir bölümünün bile iadesi, onlara göre ihanet. Bu kafa ve bu kafayı besleyen ortam değiştirilemedikçe fazla ileri bir adım atılamaz