RÖPORTAJ

Ayşe Arman Londra'da kimleri avladı?

Ayşe Arman bu kez Londra'da avlanmış. Hem de ne av! Hıncal Uluç, Metin Münir ve Mehmet Y. Yılmaz'ı yakalayan Arman çarpıcı bir röportaja daha imza atmış.

Ayşe Arman Londra'da kimleri avladı?

GAZETECİLER.COM

Ayşe Arman bu kez Londra'da avlanmış. Hem de ne av! Hıncal Uluç, Metin Münir ve Mehmet Y. Yılmaz'ı yakalayan Arman çarpıcı bir röportaja daha imza atmış.

Hepimizin kanına Mehmet Ali Kışlalı girdi

-  Bu mesleğe isteyerek mi başladınız, tesadüfen mi?
Metin Münir: Tamamen tesadüfen. Ben aslında diplomat olmak istiyordum. Siyasal’a da o yüzden girdim. Kıbrıs, ben üniversitedeyken ikiye bölündü ve o hayal sona erdi. Bu arada bana “Gazeteci olur musun?” diye teklifte bulundular, ben de kabul ettim.
Mehmet Yılmaz: Ben akademik kariyer yapmak istiyordum. İyi bir talebeydim, ama Siyasal’ın birinci sınıfında Ahmet Taner Kışlalı ve Ünsal Oskay beni Mehmet Ali Kışlalı’ya gönderdi. Onu tanıdığım an, gazetecilikten başka bir iş yapamayacağımı anladım.
MM: Ne tuhaf Mehmet Ali Kışlalı’nın benim için de muazzam önemi var. Ben de bir arkadaşımdan kitap almıştım, “Ablama bırak” dedi. Bırak dediği yer Daily News Gazetesi. Götürdüm. Orada bir sohbet esnasında, ne yapacağımı bilmediğimi filan anlattım, “Gazetecilik yap, gel burada çalış” dediler ve gazetecilik nedir, ne değildir konusunda fikir vermesi için beni Mehmet Ali Kışlalı’ya yolladılar. Tercüman’ın büro şefiydi. Kızılay’da Philips binasının üzerinde ofisleri vardı. Gittim. Hiç unutmayacağım, çok yakışıklı bir adamdı, harika bir elbise giyiyordu ve ayağında Church ayakkabılar vardı. Çok uzun tutmadı konuşmayı, bana dedi ki “Para kazanmak istiyorsan, gazeteci olma. Ama güzel ve heyecanlı bir hayatın olsun istiyorsan ol.” Karşımdaki adama baktım, “Eğer böyleyse parasız olmak” dedim içimden, “Tamam ben bu işte varım...”
HU: Ben Siyasal’a avukat olmak için girdim. Bizim zamanımızda Siyasal’ı bitirenler dört dersten fark vererek, hukuk diploması alabiliyorlardı. Bir de Siyasallı erkekler, Ankaralı kızların çok gözdesiydi. Bir gün Mehmet Ali Abi yardıma çağırdı, Ahmet’i, beni ve abimi. Gazetede isyan çıkmış, herkes işi bırakmış, bir genel yayın müdürü Cihat Baban kalmış, bir de yazı işleri müdürü Mehmet Ali Abi. “Çocuklar bize bir hafta yardım edin” dedi, biz de gittik, gidiş o gidiş...
MY: Yani hepimizin kanına Mehmet Ali Kışlalı girdi!
HU: O, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük gazetecilik hocasıdır. Onun yanında yetişmiş herkes çok önemli gazeteci oldu.
MY: Ertuğrul Özkök, Can Dündar, Yalçın Küçük, Şefik Kahramankaptan, Güneş Tecelli, Mustafa Ekmekçi... Daha bir sürü vardır...
-  Ustanız kim?
MM: Benimki Nick Ladington. O zamanlar Daily News Gazetesi’nin editörüydü. Kışlalı’ya beni gönderen de zaten oydu.
MY: Mehmet Ali Kışlalı.
HU: Mehmet Ali Kışlalı.
-  Ustanızı geçtiniz mi?
MM: Hayır.
MY: Hayır. Dört tane gazete çıkardım 30’a yakın dergi yayınladım. Mehmet Ali Abi’nin geçmişinde böyle bir hikâye yok. Ama ben onun kadar insan yetiştirmedim. Hem zaten o benim Mehmet Ali Abim, onu nasıl geçebilirim, geçmiş olsam bile nasıl söyleyebilirim?
HU: Ben geçtim.
-  Hiç muhabirlik yaptınız mı? “Bu işteki yüksek mertebe muhabirlik” denir ya...
MM: Evet öyledir. Ben hâlâ kendimi muhabir olarak addederim.
MY: Ben üç sene muhabirlik yaptım. Sonra Mehmet Ali Abi, beni Yankı Dergisi’ne yazı işleri müdürü yaptı, bir daha da masadan kalkamadım. Ben bu işin en kralının muhabirlik olduğuna filan inanmıyorum. Tamamen palavra. Muhabirlik iyi bir şeydir, ona itirazım yok. Ama şu daha önemli bence: Önüne 500 tane haber geliyor, onun içinde 30 tanesini seçiyorsun bir gazete yapıyorsun. İstediğin haberi büyütüyorsun, istediğini küçük veriyorsun. Aynı şekilde fotoğrafları. Bu, insanı daha çok tatmin eden bir şey...
HU: Ulaşılabilecek en yüksek mertebe eskiden muhabirlikti. Çünkü o zaman
bu meslekte yatay ilerleme vardı. Şimdi yok. Şimdi muhabirlik 1500-2000 lirada bitiyor. Onun üzerinde para kazanmak istiyorsan ya yazar olacaksın ya yönetici...
MM: O yüzden de gazetecilik- mazetecilik kalmadı...
HU: Benim başladığım yıllarda Türkiye’nin en ünlü gazetecileri muhabirdi. Cüneyt Arcayürek, Ümit Davran, Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Gökşin Sipahioğlu. Üçüncü sayfadaki Burhan Felek ya da Cevat Ulunay’ın yazıları gırgır olsun diye okunurdu. Gazete gerçekten haber demekti. Haliyle şöhretli olan da, para kazanan da muhabirdi. Ama durdurdular o işi. Şimdi ajanstan gelen haberi bedava kullanmak daha az masraflı, muhabiri al, bilmem nereye yolla... Kim uğraşacak? Yanına fotoğrafçı da koyacaksın, hem haberin gelip gelmeyeceği garanti değil. Kompakt gazeteciliği icat ettiler, muhabirliği bitirdiler. Şimdi gazeteye gelen çocuk biliyor ki, muhabir olarak kaldığı
sürece, alacağı para en fazla aylık
3 bin lira olacak.
-  Yani gazetecilik öldü mü?
HU: Öldü. Artık gazete olarak da yok birbirimizden farkımız, tek fark yazarlar. Yaratıcı editör desen, o da yok...
MM: Bugün Türkiye’de Fiat, Renault fabrikasında üretilen arabaların kalitesi, o müdürlerin kalitesi, dünyanın herhangi bir yerinde neyse öyle, hatta daha iyi. Ama gazetelerimize baktığımız zaman, bizim gazetelerimizin tamamı kalitesizdir. Avrupa’da bir tek kaliteli gazetesi olmayan ülke Türkiye’dir. Türkiye’de bir The New York Times var mı? Washington Post var mı? Le Monde var mı? Yok. Türkiye’de bütün gazeteler tabloid. Biz bu işi bilmiyoruz. Türkiye’de genel yayın yönetmeniyle The New York Times’ın genel yayın yönetmeninin yaptığı şeyler aynı değildir. Bizde bütün gazeteler, diktatörlüktür, despotluktur. Bugün Başbakan Erdoğan’dan şikâyet ediyoruz, ama bütün gazeteler, her seviyede Erdoğan’larla doludur. Bizde muhabir yok, olabilir mi böyle bir şey? Tüm dünyada, “muhabir”, bağımsız kendi konusunda uzman olan bir kişidir. O herhangi birinden emir almaz, işini yapar. Bizde böyle de değil bu hikâyeler. Tamamen, en tepeden aşağı kadar bozuk, kalitesiz...
MY: Daha neler! Ben katılmıyorum. Türkiye’de bir Le Monde yok ama Le Monde’da da şu yaşadığımız coğrafyayla ilgili öyle cahilce kaleme alınmış yazılar çıkabiliyor ki, demek ki benzeri problemler orada da yaşanıyor. Üstelik gazeteci demek, bir meseleye derinlemesine vâkıf olan bir insan demek değildir. Gazeteci meraklı insandır, merak eder. Hıncal Abi, gazetecilik öldü derken, merak duygusunun azaldığına dikkat çekiyor. Gazeteci, merak edip soru soran insandır. Derin bilgisi olması gerekmez. Çok bilen insan da, zaten giderek soru sormayı unutur.
-  Peki despotluk ve diktatörlük...
MY: Dünyanın her yerinde gazeteler, diktatörlüktür. Gazete, genel yayın müdürünün kişiliğinin bir ürünüdür. Bu Independent’ta da böyledir, The New York Times’da da. Gazeteciliğin geleceğiyle ilgili esas tehlike şu: Enformasyonun, özellikle internet ve parasız dağıtılan gazetelerle, bedava hale gelmesi. O zaman sadece reklamverene bağlı bir gazetecilik anlayışı gelişiyor. Mesele bu.
BU ÜLKEDE YAZDIĞI KİTAP 15 BİN SATAN BESTSELLER OLUYOR
-  Peki muhabirliğin ölmesi, yaratıcı editörlerin azalması...

MY: Saçma hayaller kurmayalım, Türkiye, en çok satan kitabın 3-5 bin sattığı bir ülke. Benim yaptığım kitap bestseller oldu, 14 baskı yaptı, 42 bin sattı. Böyle bir ülkeden söz ediyoruz. 15 bin tane satınca bestseller oluyor. Bu ülkede, editörden aşırı derinlik beklemek gerçekçi değil. Öyle bir derinlik talebi de yok zaten.
-  Peki meslek ileri mi gitti?
MY: Ben ileri gitti diyorum.
MM: Ben ileri gittiğini sanmıyorum.
HU: Ben bitti diyorum.
-  Gazetenin hamallığını çekenlerle, masa başında oturanlar arasında bir eşitlik var mı?
MY: Muhabir, editörden önemlidir denemez. Muhabir yazısını yazar çıkar, o kimsenin ismini bile bilmediği editör, o yazıyı oturup yeniden yazar, gece 11’e, 12’ye kadar gazetede oturur. Sabah gazetede bir sorun olursa, genel yayın müdürü ona bağırır çağırır, muhabir o sırada Bebek Kahve’de arkadaşlarıyla çay içiyordur. Evet, muhabirler çok önemli ama editörler de önemli.
MM: Ben yıllarca Financial Times’ta çalıştım. Hepimiz muhabirdik. Daha doğrusu şöyle: Gazete, muhabirlerden ibaretti. Başka biri yoktu. Editörler de, bir süre sonra muhabir olacak insanlardı. Yani diyelim ki, 15 kişi dış politika muhabiriyiz ve 10 ülke var. 10’u o 10 ülkede muhabirlik yapıyor, Londra’da yaşayan 5 editör, muhabirlik yapmak için sırasının gelmesini bekliyor. Diplomatlık gibi. Başka bir gazetecilik anlayışı. Şimdiki Financial Times’a da bakacak olursan, üç- dört tane full time köşe yazan var, gerisi, dışarıdan iş ısmarlanan insanlar. Bu sistem The New York Times’da da böyle, Washington Post’ta da. Bizde ise alakasız. Biz işi tamamen öldürdük...
GAZETELER GENEL YAYIN MÜDÜRLERİNİN AYNASIDIR
-  Nasıl düzelir? Düzelir mi?

HU: Düzelmez. Çünkü haber, pahalı. Halbuki Hıncal, ne kadar pahalı olursa olsun, bir bütçesi var. Her ay bu kadar ödeyeceğiz Hıncal’a, o da bize bu kadar gazete sattıracak, bitti. Yazar, aldığı para fazla olduğu halde ucuz.
-  Yani yazara para veriyor, haberi ucuza getirmek için ya da gazeteyi daha kolay yoldan sattırabilmek için...
MY: Tabii. Santimetrekare hesabı. Orayı bir şeyle dolduracak. Ya ajans haberleriyle, o en ucuzu, ya orijinal bir yazarla, nispeten pahalı. Ya da özgün bir haberle, o en pahalısı...
-  Bizde acaba ciddi gazete, ciddi haber mi okumak istemiyor insanlar?
MY: Ne alakası var. Mesele şu: İyi gazete yapıyor musun, yapmıyor musun? İyi gazete satar.
-  Ölçümüz tirajsa, Hürriyet de en iyi gazeteydi bugüne kadar...
MY: Tabii ki tirajdır...
HU: Hürriyet her zaman iyi gazeteydi, ya da şöyle diyeyim, gazeteye en yakın gazeteydi ama 5 sene evvel ki Hürriyet.
-  Özkök’ün ayrılmasıyla yeni bir dönemin başlaması ne alaka?
HU: Gazeteler, genel yayın müdürlerinin aynasıdır. Daha doğrusu genel yayın müdürlerinin çapı kadardır. Ertuğrul Özkök gitti, Ertuğrul Özkök devri bitti. 20 sene birinin kendini kabul ettirmesi için yeterli bir süre. Ben gelirim, üç gün genel yayın müdürü kalırım, giderim diye bir şey değil. Sabah’ta bir Fatih Altaylı izi yok, kalmadı. 20 sene Ertuğrul Özkök Hürriyet’iydi, yeni genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu, onun Hürriyet’ini mi devam ettirecek yoksa kendi Hürriyet’ini mi yapacak, göreceğiz...
MY: Antonius’un tiradı vardır, Sezar’ın cenaze töreninde, “Ben Sezar’ı övmeye değil, gömmeye geldim” der, böyle söyleyince belki biraz tuhaf gelecek ama yeni genel yayın müdürü, eskisini gömemiyorsa bir hiçtir.

Ne ciddisi kaldı ne bulvarı

-  Sitcom gazeteciliği nedir? Siz nasıl tarif edersiniz?
MY: Edemem. Ne anlama geldiğini bilmiyorum. Sitcom, Amerikan televizyonculuğunun dünyaya kazandırdığı bir kavram, durum komedisi. Bunun gazetecilikle ne alakası var? Gazetecinin görevi topluma ayna tutmak. Bunu yaparken insanları eğlendirmek, komik olmak gibi şeyler her zaman mümkün mü? Değil. Olay neyse, haber odur.
MM: “Infotainment” diye bir şey var. Hem information (bilgi) hem entertainment (eğlence), herhalde Ertuğrul’un (Özkök) bahsettiği hikâye bu. Ama öyle gazetecilik olmaz, ben de Mehmet’e katılıyorum. Haber, haberdir. Haberin asık suratlısı ya da güleni olmaz.
-  Siz ne diyorsunuz?
HU: Ben Türkiye’de gazetecilik bitti diyorum. Ne ciddisi, ne bulvarı kaldı. Radikal ve Cumhuriyet mi ciddi gazete? 35-40 bin satan gazete mi ciddi?

Aferin Mehmet, sonunda akıllandın!

-  Bir gazetenin başına gelmeniz teklif edilse, kabul eder misiniz?
MY: Tabii ki hayır. Ve bunu teklif edene küfredebilirim.
HU: Aferin Mehmet, sonunda akıllandın! Ben de kabul etmem, zaten 7 ay önce istediler reddettim.
MM: Yok hayır. Ben de istemem. Hele böyle bir dönemde...

ÇOK OKUNANLAR
Yorumlar