'Ayıbını yitirmiş' bir medyamız var
''Hepimiz toplumsal bir projenin ürünüyüz. Ötekini insan olarak bile anlamakta zorlanıyoruz. Duygusal bagajlardan arınmak gerek.''
Zeynep KURTBAY/ İNTERNETHABER
Bağırış çağırışlı çok gürültülü şehirde muz seslerinin izini sürerken bir hikaye çağırıyor onu… ‘’Hikaye başkenti’’ dediği yarını olmayan o kentte, Beyrut’ta 9 ayını geçiriyor. Arapça öğreniyor. Ve ‘’yazdığım en güzel şey’’ dediği; bize ‘Ortadoğulu’ olduğumuzu hatırlatan ‘’Muz Sesleri’’ni yazıyor… ‘’Etimden et gönderiyorum seni gönderirken yalnız seni değil bu savaşın ortasında sığındığım tüm hatıraları da gönderiyorum denizlerin ötesine… Çünkü burada insanlar bir yanlışlık gibi ölüveriyor. Sen bir yanlışlık olamayacak kadar güzelsin.’’
Ece Temelkuran yıllarca Milliyet’te; şimdi Habertürk’te yazdıklarıyla gazete okuruna ‘’İyi ki varsın’’ dedirten; ‘ruhumuza dokunan’ nadir köşe yazarlarından biri… Hürriyet’te Ahmet Arsan’ın ‘İslami kesimde moda yazarların başında’’ gösterdiği Temelkuran; üzerine yaftalanan etiketleri sorduğumda topluma sirayet etmiş bir yaramıza da basarak bakın nasıl yanıtladı…
Şu içinde yaşadığımız günlerde en çok hangi sorunun cevabını arıyorsunuz? Umutsuzluğa, karamsarlığa kapıldığınız oluyor mu?
İnsanlar nasıl bu kadar çıldırdı? Bunun cevabını arıyorum. Oğuz Atay gibi “Türkiye'nin Ruhu”nu anlamaya çalışırken öleceğim belki de!
Sizce bu ülkenin en can yakıcı yarası ne?
Yaşama korkusu. Özgürlük korkusu... Belki de bütün korkuları ve korkularını kabul etmeyişi. Bu bakımdan ergen bir oğlan çocuğuna benziyor. Ergen oğlan çocuklarını bilirsiniz, en çok kendilerine hasar verirler. Yine de herhalde bu ülkenin en yakıcı yarası evlatlarını harcayıp sonra buna yalandan üzülmesidir.
Öyle hikayelere tanıklık etmişsiniz ki Beyrut’ta ‘Korkularım anlamını yitirdi… İnsanın yarasının dermanı başkasının yarasında’ dediniz. Peki ya bizim şehirlerimizin; ülkemizin yaralarının dermanı kimde, nerede?
İnsanlar ve ülkeler aslında kusurlarını tedavi etmezler. Sanırım daha çok zamanla alışıyoruz onlara, kabulleniyoruz. O yaraları, kusurları “yönetmeyi” öğreniyoruz. Hem insan olarak hem ülke olarak. Bu bakımdan evet, belki de dermanımız başka ülkelerdedir. Kendi yaramıza uzaktan bakabilme imkanı orada çünkü. Serinkanlı bakabilme imkanı.
‘Evinizi içinde taşımayı öğrenmek, bilmek’ nasıl bir farkındalık katıyor insan hayatına? Ece Temelkuran’ın kaç evi var? Kaç hayat; kaç benlik yaşadı ömründe?
Aslında tek bir benlik olduğunu kabul etme serüveni diyelim. Ben sanıyordum ki içimde birçok kadın var. Öyle değilmiş. Sadece ben böyleymişim. Az önce de söyledim ya aslında insan değişmiyor, büyümüyor, gelişmiyor, sadece kendine alışıyor. Evlerim? Hımm... Belki de benim yaram da budur. Evsizliğim...
BU ÜLKEDEKİ EN İLKEL DÜŞÜNCE BİÇİMİ KIYAS
Kemalist karşıtları size ‘Kemalist’ dedi; Kemalistler ‘liberal’… Şimdilerde ise İslami kesimde en moda yazarların başında adınız geçiyor. Bu etiketler kendinizi nasıl hissettiriyor? Ece Temelkuran kendi benliğinde hangisi?
Doğrusunu söyleyeyim mi? Berbat hissettiriyor. Kendi adıma değil, ülke adına da berbat hissediyorum. Kanaatler üzerinden işleyen bir değerlendirme mekanizması var bu ülkede. Bana şu ya da bu diyenlerin bir kere bile iddialarını ispatlamak zorunda kalmayışları ülke adına acıklı bir durum, o insanların düşünme biçimleri açısından trajik. Bir başka mesele de karşılaştırmalı düşünce. Kıyas, en ilkel düşünme biçimlerinden biridir. Bu ülkede en sık başvurulan yöntemlerden biridir bir kişiyi anlamaya çalışırken. Kime benziyor, kime benzemiyor? Bu kişiyi nesneleştirmekle kalmaz indirger de. Ama en önemli mesele, bütün bu algı biçimlerinin hakaretamiz olduğunun farkında olunmaması.
İSLAMİ KESİMDE BANA DAİR BİR ALGI VAR
Zaman Pazar’a verdiğiniz röportajda ‘’İslami kesime bakışım değişti’’ dediniz. Nasıl oldu bu değişim? Beyrut’a gidiş bu değişimi körükledi mi?
Nedeni Beyrut'tur, doğru. Burada, hepimiz bir toplumsal projenin ürünüyüz. Her kesim başka bir toplumsal projenin ürünü. Buna dışarıdan bakmak burada çok mümkün değil. Aidiyetleriniz var. Ama onların dışına çıkınca her şey normalleşiyor. Bu sadece benim açımdan geçerli değil. Benim algıladığım İslami kesim açısından da geçerli. Yani benim onları algılayışıma dair onların da bir algısı var ve bu benim algımı da yönlendiriyor. Çok dikenli bir arazide yürüyorsun aslında. O duygusal bagajlardan arındığın bir yok-yerde sadece kendin olarak sadece insana bakabiliyorsun. Buradaki gerilimli süreç insan algımızı da değiştiriyor. Öteki'ni insan olarak bile algılamakta zorlanıyoruz kimi kez.
ATATÜRKÇÜ İLE İSLAMCI KONUŞURSA ÇOK ŞEY DEĞİŞİR
Diyorsunuz ki ‘’Başörtüsü de başörtülü insanlar da artık göründüğü gibi değil. Bu insanların inanılmaz bir öğrenme enerjisiyle biriktirdikleri entelektüel ve duygusal zenginliği görmek gerek. Türkiye'yi dönüştürecek insanlar var. Sanıyorum şimdi onlara daha akılcı ve daha dikkatli bakabiliyorum’’ Kim bu Türkiye’yi dönüştürecek insanlar? Hepsi de İslami kesimden mi? Nasıl dönüştürüyorlar Türkiye’yi?
Kendi geldiği yere mesafe alabilen insanların Türkiye'yi dönüştürebileceğini, onlar konuşursa Türkiye'de çok şeyin değişeceğini düşünüyorum. İslami kesime dışarıdan bakabilen İslamcı ile Cumhuriyet projesine dışarıdan bir Atatürkçü insan insana konuşabilirse, evet, inanıyorum ki çok şey değişir. Hezeyanlarımıza mesafe almamız gerekiyor. Bütün kesimler için geçerli bu.
İnanmanın matematiğini çözdünüz mü gerçekten? Öyleyse eğer nasıl bir formül buldunuz kendinize? Bu formül; sizi hangi yargılardan kurtardı?
Kitapta da anlattım. Bir dahil olma meselesi bu. Sadece bu değil elbette. Ama kardeşlik fikri inanmanın matematiğinin kalbinde yatan en davetkar his bence. İnsanın sefaletini, yalnızlığını sona erdireceği vaadiyle azaltan bir tarafı var inanmanın. Ben inanmıyorum ama bu duyguyu anlayabilirim. Çünkü o sefaleti ve yalnızlık duygusunu ben de paylaşıyorum. Aidiyetin kısıtlayan ama buna karşılık ılıklık sunan kucağını kim özlemez ki? Bu bir seçimdir. O kısıtlanmayı istemezsiniz yılkı atları gibi olursunuz. Dizginsiz ama kırılgan.
Medyadaki kamplaşmalar size neler düşündürtüyor? Başbakan’ın köşe yazarlarına yönelik çıkışı iki karşı kampın aktörlerini ilk kez bir araya getiriyor sanki… Siz yer alacak mısınız bu harekette? Bu ittifaktan ne doğar sizce? Medya kazançlı çıkar mı?
Yer alacağım. Teknik sebeplerle beceremedim galiba imza vermeyi. Ama katılıyorum. Elbette böyle bir birliktelik gerekiyor. En azından asgari müşterekimiz yazı yazmak olabilsin. Nihayet yazı yazan insanlarız, değil mi?
AYIBINI YİTİRMİŞ BİR MEDYA VAR KARŞIMIZDA
Bugün medya üzerindeki en büyük tehdit nedir sizce?
Vahşet. Kampların birbirine “girişmekteki” dizginsiz vahşeti. Bu beni çok ürkütüyor. Bir gün gazetelerden birini, beni sevmeyen gazetelerden birini açıp hakkımda korkunç yazılar görmekten ürküyorum. İkinci tehdit de değerler sisteminin yıpranmasına bağlı olarak adil-adil olmayan, belaltı belüstü kavramlarının birbirine karışması. Örneğin bana ideolojik olarak karşı olan biri bir anda benim “arsız” olduğumu yazabiliyor. Bu ne demek şimdi? Olacak iş mi? Ayıp değil mi? Ama işte ayıbını yitirmiş bir medya var karşımızda.
Peki biraz da çocukluğa dönelim… Ressam ve devrimci bir anne; avukat bir baba… Dünya bilgici bir kardeş… Nasıl bir çocukluktu sizinkisi? Hangi temel değerler üzerine inşa edildi benliğiniz?
Hangimizinki çok iyi bir çocukluktu ki? Nietzche der ki”İnsanın trajedisi bir zamanlar çocuk olmasıdır”. Buna tüm kalbimle katılırım. Ama elbette bıraktığı yaralar ve neşelerle şimdi beni oluşturan bir çocukluktu. Bu bakımdan affediyorum çocukluğumu. Bu büyük bir laftır. Gülüyorum söylerken.
Nasıl bir çocuktunuz? İçine kapanık; meraklı; yaramaz… İlgi alanlarınız neydi?
Meraklı ve dışa dönük gibi görünen ama içe kapalı bir çocuktum herhalde. Ne bileyim? Çocuklar kendi kendilerini izlemezler ki. Sanırım yetişkin hallerimizi çocukluklarımıza projekte ediyoruz daha ziyade. Bu durumda dışadönük gibi görünen içedönük bir yetişkin olduğum söylenebilir…
ÖTEKİLEŞTİRMEMEYİ ÖĞRENMEK AİLEYE BAĞLI DEĞİL
Ailenizin siyasi duruşu nasıl yansıdı size? Siyasal bilinciniz nasıl ne zaman şekillendi?
Siyasi bilinç öyle bir çocuğu karşınıza alıp devrimci şiirler, marşlar ezberletmekle ya da vakti geldiğinde Felsefenin Başlangıç İlkelerini okutmakla oluşmaz. Nasıl seveceğinizi sevilerek öğrendiğiniz gibi insanlarla nasıl ilişki kuracağınızı da anne babanızın nasıl ilişki kurduğuna bakarak öğrenirsiniz. Kapıcıya nasıl davranıyor, temizlikçi kadına, arkadaşına, müdüre, patrona... O bakımdan herhalde baka baka, baktığımın bile farkında olmadığım bir anda öğrenmişimdir. Herkesin sizin aileniz gibi olduğunu, herkesin reçelle beyaz peynir yediğini ve solcu olduğunu zannettiğiniz bir dönem oluyor. Sonra “ötekini” tanıyorsunuz. Ötekileştirmemeyi öğrenmek de biraz kişisel çabaya bağlı, o aileden öğrenilen bir şey değil.
HERKES YAZAR HERKES RESİM YAPAR SANIYORDUM
Edebiyat merakı ne zaman başladı? Ne zaman yazmaya merak saldınız? Kimdi rol modeliniz?
Biz evde sanatı hayatın ayrılmaz parçası sanarak büyüdük. Sanıyorduk ki herkes yazar, herkes resim yapar, ne bileyim işte herkes kitap okur. Edebiyat merakı da öyle başlamıştır herhalde, hayatın bir parçası olarak. Ama sekiz yaşında annemin bana aldığı bir şiir defteri vardı. Yazmaya öyle başladım. Bakıyorum şimdi o deftere: Yazmayı o gün de ciddiye alıyormuşum. Gülünç ve kederli bir şey bir çocuğun yazıya inanması.
GAZETECİLİKTE BENİ KEŞFEDEN GİZEMLİ BİR KADIN
Ya gazetecilik serüveniniz? Edebi kimlik daha önce şekillendi sizde. Cumhuriyet; Yeni Binyıl derken… Milliyet’te parladınız. Kim keşfetti sizi diyelim?
Vallahi ben biraz kendi kendimi keşfetmek zorunda kaldım. Öyle pek keşif meraklısı yoktur basında. Mehmet Yılmaz yazmamı kabul etti ana gazetede. Ama gizemli bir kadın vardır bu hikayede. Beni keşfeden odur, Mehmet Yılmaz'a söz eden. “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” kitabı sayesinde oldu o da. İzni olmadığı için adını söyleyemem. Ama esasında yazar olarak basına girmeme neden olan o kadındır diyebilirim. Kim olduğunu da Milliyet'te yazmaya başladıktan on yıl sonra öğrendim, on yıl sonra tanıştım onunla. Tuhaf ve mucizevi bir hikayedir.
Peki ya yıllardır çalıştığınız Milliyet’e veda etmek zor olmadı mı? Milliyet’i özlüyor musunuz?
Garip bir his. Hiçbir yere bağlanmadığımı sanırdım ama yine de insanın içi bir tuhaf oluyor. Hala yazı günlerimi karıştırıyorum bazen. Ama yeni bir yerde olmak heyecan verici. Kendini başka türlü görme imkanı belki.
Çok kişi tanıyorum etrafımda; sadece Ece Temelkuran için Milliyet alırlardı… Şimdi o okurlar nereye gitti? Habertürk’teki okurla aranız nasıl?
Vallahi ben de onları merak ediyorum. Umarım Habertürk'e geliyorlardır yoksa beni yalnız bırakmış olurlar. Habertürk okuruyla yeni tanışıyoruz. Böyle olur ama, normaldir. Milliyet'te alışkanlık yaratmam yıllarımı aldı. Bakalım burası nasıl olacak.
Habertürk 1. Yılını doldurdu. Geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir insanın bile insana benzemesi, ne olduğu belli bir yetişkin olması 25-30 yıl alır. Gazeteye de böyle bakmak lazım. Bu uzun bir yoldur. Mühim olan tutarlılıktır. Her kurumun bir kimliği vardır. Hürriyet için bu, hızdır örneğin. Milliyet için belki ağırbaşlılık. Radikal için sol duyarlılık. Habertürk için bu kavram ne olacak? Bunu göreceğiz, kuracağız hep birlikte. Bu yolda umut görüyorum.
‘’Asla yapmam; asla yazmam’’ dediğiniz haber/yazı /röportaj ne olurdu?
Çocuklara cinsel taciz, tecavüz. Asla! Aklım, kalbim, ellerim iflas ediyor.
Gazetecilikte kendinize örnek aldığınız isimler var mı?
Ben biraz kendi yolumu kendim oluşturdum galiba. Örnek aldığım değil, ama çok şey öğrendiğim insanlar var. Işık Kansu, Doğan Akın, Birand... Daha sayabilirim. Bana oturup öğrettikleri değildir ama, benim ondan öğrendiklerimdir önemli olan. Arada ciddi bir fark var.
Hangi yazarları beğeniyle okuyorsunuz? Boşu boşuna köşe işgal ediyor dediğiniz yazarlar var mı?
Vallahi arasıra kendimle ilgili boşuna yer işgal ediyorum diye düşünüyorum. Kavga, gürültü patırtı arasında boşuna boşuna yani... Anlatabiliyor muyum?
Çalışmaktan en çok keyif aldığınız yayın yönetmeni kim? Ve aynı şekilde en çok canınızı sıkan yayın yönetmeni?
Hepsiyle iyi çalıştım, hepsiyle tartıştım, hepsiyle güldüm. Ben kolay çalışılan biriyimdir. Beni işten atan iki genel yayın yönetmeni dışında genel olarak keyfim yerindeydi.
Sizce bugün köşe yazarlarının en büyük sıkıntısı ne?
Yazma zorunluluğu... Haftada altı gün! Olacak iş mi bu? Budur en büyük baskı.
Edebi kimlik mi sizi en çok tatmin eden, gazeteci kimliğiniz mi?
Edebiyat. Elbette edebiyat.