Ali Kırca sesini değiştirip okurdu
Dinç Bilgin yine ilginç itiraflarla gündemde. Bu kez Taraf'a konuştu ve bakın neler söyledi.
İşte satırbaşları ile o itiraflar;
Askeri eleştiremiyorduk ama siyasilerle kavga ediyorduk. Basın öyle güçlendi ki, hükümet pazarlıkları yaptı. Bakan atadı. O dönemde basın askerle ittifak kurmuştu.
Şeyh Sadi, Gülistan isimli eserinde (sayfa 24) şöyle der: |
Erol Bey, Asil Nadir'e, "Beni de satın al. Ama benim fiyatım 12 sıfırlı" dedi. Sonra Başbakan'a döndü, "Sen de aracılık yap. Seçime gidiyorsun. Para lazım olur" dedi.
ATV'ye bantlar geliyordu. Ve Ali Kırca ekrana çıkıyor, birdenbire ses tonunu değiştiriyordu. Ekrandan saçma sapan yazılar akıyordu. Ben bunlara karşıydım.
ÖZAL MENGİ'Yİ SEVMEZDİ: Sadece rahmetli Özal, Güngör Mengi'yi sevmezdi. Bunu ima ederdi, böyle bir takıntısı vardı. Ama Turgut Bey bana hiçbir zaman Güngör Mengi'ye yazı yazdırma diye bir şey söylemedi.
DEMİREL KİMİ SEVMEZDİ: En usta politikacı o olduğu için, sevmediğini belli etmezdi. Size bir anekdot anlatayım. Eskiden gazete patronlarının en büyük problemi kâğıt ithalatıydı. Hükümetler, ara sıra kâğıda fon koyarlar, gümrük vergilerini yükseltirlerdi. Bu yüzden Gazete Sahipleri Sendikası olarak bizler de sık sık başbakanlarla konuşmaya Ankara'ya giderdik. Bir defasında, Aydın Doğan sendika başkanı, ben de yardımcısı olarak, gene Ankara'ya gittik. Ben bir şeyi tuttururum ve devamlı söylerim.
AKÇELİ KONULAR MÜZAKERESİ
O sırada da, "Gazete sahipleri başbakanlarla memleket meselelerini konuşabilirler ama asla akçeli işler konuşmamalılar" diye bir laf tutturmuştum. O ziyarette, bunu Süleyman Bey'e de söyledim.
Sırtıma şöyle bir vurdu, "Dinç, akçeli konularda müzakere etmek için sen bu kapıdan daha çoook gireceksin" dedi. Haklı da çıktı. Ben sadece gazete sahibi olarak kalamadım. Gazetecilik dışında işlere de girdim. Oysa, "gazete sahipleri başbakanlarla akçeli işler konuşmamalılar" diyebilmek için benim siyasetçi karşısında güçlü olmam ve sadece gazetecilik yapmam lazımdı.
ASKERİ ELEŞTİRMEK KOLAY DEĞİLDİ
Gazetecilik dışında bir işiniz yoksa hükümetleri rahatça eleştirebilirdiniz, onlarla kavga da edebilirdiniz. Ama asker ağırlıklı bürokrasiyi eleştirmek kolay iş değildi. Mesela Hıncal orduevleriyle ilgili bir şey yazdığında Genelkurmay'dan telefon gelirdi ama... Siyasetçilerle ilgili bir şey yazıldığında onlardan bir uyarı gelmezdi. Basına karışmak istemediklerinden değil, karışacak güçleri olmadığından bu böyleydi. Hatta benim o günlerde, asker, yargı ve basından oluşan 'üç ayaklı güç dengesi' diye bir teorim vardı. Ülkede gerçek güçler bunlardı. Hükümetler ise öyle arada oyun oynayan unsurlardı.
BASIN HÜKÜMET DEVİRECEK GÜCE ULAŞTI
Türkiye ekonomisi büyüdükçe gazetelerin özel ilanları arttı ve basın, hükümetlerin etkisinden kurtuldu. Böylece basın, 'büyük basın' oldu. Demokratik bir ülkede olması gerekenden çok daha güçlü bir yere oturdu. Neredeyse dördüncü güç olup, hükümet devirecek, bakan değiştirecek güce ulaştı. (...)Bakan tayin etti. Bir ara basın o kadar güçlü hale geldi ki, kimin hükümete gireceği kimin girmeyeceği pazarlıklarını yapar oldu.
Basın başbakan tayin etti mi hiç?
28 Şubat'a bakarsanız, sonuçta o da oldu. Hürriyet Grubu ile bizim Sabah Grubu arasında büyük rekabet vardı. Promosyon kavgası yaşanıyordu. Tencereler, ansiklopediler dağıtılıyordu. Onların tenceresi, bizim tencere, onların televizyonu bizim televizyon derken onların başbakanı bizim başbakana kadar vardı iş. Hürriyet Mesut Yılmaz'a, biz Tansu Çiller'e destek verdik.
Kim kazandı?
Sonuçta onlar kazandı. Ama o arada da basında büyük bir çürüme başladı. Basındaki bozulma kontrol edilemez hal almıştı.
(...)Bir yanda konformizm, bir yanda gücün şehveti vardı. Medya o dönemde, bu ülkede hiç olmadığı kadar güçlü oldu. Hem asker güçlendi, hem medya. Hükümetler ise çok zayıftı. Medya o dönemde askerle ve yargıyla ittifak yaptı. Bu ittifak, hükümetler karşısında basına sahip olmaması gereken bir gücü verdi. Şu da var tabii... Bugün görüyoruz ki, manipülasyonlar da doğrusu ustaca yapılmış. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül gibi 28 Şubat da bir darbe süreciydi. Bir de o sırada farklı bir dünyada yaşıyorduk. İslami akımlara son derece ters bakıyorduk.
MEDYA 28 ŞUBAT'A NİYE KARŞI ÇIKAMADI?
SABAH'TA BENİ TAKMADILAR
Medya 28 Şubat'ta karşı çıkabilirdi ama çok zordu bu. Başına 50 tane bela gelebilirdi. Tehditler vardı. Siyasi cinayetleri biliyorsunuz. ATV'ye bantlar geliyordu. Bizim Ali Kırca ekrana çıkıyor, birden ses tonunu değiştiriyordu. Ve fonda saçma sapan yazılar ekrandan akıyordu. Ben bunlara şiddetle karşıydım ve karşı olduğumu da söylüyordum, bunun kavgasını yapıyordum ama... Bir süre sonra gazete sahibi olarak, Sabah Grubu'nun bir numarası olarak benim de pek fazla gücüm olmamaya başladı. Gücümü kaybettim, sözüm geçmemeye başladı. Bir başka güç odağı geldi gazeteye hâkim oldu sanki.
(...)Şimdi bunları söyleyip bütün kabahati onlara yüklüyor değilim. Ben sütten çıkmış ak kaşık değilim... Zaman içinde çok değiştim tabii. Şimdi eskisine göre çok daha demokratım. Eskiden kendimi demokrat farz ediyordum.
TARAF ÇOK ŞEYİ DEĞİŞTİRDİ
O tarihte norm oydu. Askere karşı çıkılmıyordu ve karşı çıkmak düşünülmüyordu bile. Türkiye'de birçok milat vardır. Bu milatlardan biri de Taraf'ın yayın hayatına başlamasıdır. Taraf Türkiye'de pek çok şeyi değiştirdi. Mesela Türkiye'nin insaf ölçülerini değiştirdi. Bugün Taraf 'ta Nabi Yağcı'yı zevkle okuyorsunuz. Adam, komünist olarak yıllarca Türkiye'nin en mahsurlu adamı sayılmış. Basının da katkısıyla, değerlerini yazık etmiş bir ülke burası. Bu, beni üzüyor şimdi.
ASKER YAZARLAR İÇİN UYARI GELDİ Mİ?
Evet geldi. Türkiye 28 Şubat sürecinde çok sevimsiz günler geçirdi. Çevik Bir'le yardımcısı Erol Özkasnak'ın Genelkurmay davetleri başladı. Ben birkaçına gittim. Bir defasında Erol Özkasnak'ın elinde 'Dinç basını' diye bir liste vardı. Bu listede yazarları klasifiye edip değerlendirmişti.
EN ÇOK ÇETİN ALTAN'A KIZARLARDI
O tarihte Sabah Grubu'nda en çok kızdıkları yazar Çetin Altan'dı. Bunlar, yazarların yazılarını kesip, üst kademede dolaşıma sokuyorlardı. Bu yazıların altına, yanına çıktılar yapıp, "Bu yazar şunu yazıyor, böyle demek istiyor" diye notlar düşüyorlardı. Hatta ben, "Siz gazeteyi böyle mi okursunuz? Gazete böyle okunmaz ki. Gazete şöyle arkanıza yaslanıp keyifle okunan bir şeydir" dedim.
Generallerden sert sözler duydunuz mu?
Hayır, kibardılar. Tek duyduğum sert şey, 12 Eylül'de oldu. 12 Eylül sonrasında, gazete sahipleri olarak Çankaya'ya Evren Paşa'nın huzuruna çağırıldık. Konsey üyeleri de oradaydı. Kara Kuvvetleri paşasıyla, Jandarma paşası, rahmetli Nadir Nadi'yi çok fena haşladılar herkesin önünde. Dehşete düşmüştüm. Yaşlı adama, tehditvârî çok sert laflar ettiler. Zaten hemen sonra da Cumhuriyet'i kapattılar.
Siyasetçilerden hiç tehdit aldınız mı?
Hayır. Gazete dışında işi olmayan medya, siyasetçilerden çekinmezdi. Sadece askerî bürokrasiden çekinirdi. Şimdi ise hem askerden hem de siyasetçiden çekiniyorlar. Çünkü tek parti iktidarı nedeniyle şimdi siyasetçiler bir miktar daha güçlü. Benim uzun yıllar gazete dışında bir işim yoktu. Dolayısıyla ben siyasetçilerden çekinmezdim. Ama büyük sanayi ve mali şirketleri olan medya patronları siyasetçilerden mutlaka çekinirlerdi.
Bir başbakan gazete patronuna kızdığında onu cezalandırabilir mi?
Tabii. Gene bir anekdotla cevap vereyim. Erol Simavi Hürriyet'in sahibiydi. Turgut Bey tarafından İstanbul'da orduevine davet edildik. Sohbet iyi başladı ama sonra üçüncü gazete sahibi olarak Asil Nadir de geldi. O gelince tuhaf bir hava oldu. Erol Bey'le Asil Nadir arasında, Turgut Bey'le Semra Hanım'ın önünde bir atışma başladı. Ben, Erol Bey'in yanında oturuyordum. Onu biraz tahrik ettim ama sonra ben de korktum ve sesimi kestim.
Erol Bey biraz içkiliydi ve Asil Nadir'in basındaki büyük transferlerinden bahsediyordu. Ona, Hürriyet'i kastederek, "Beni de al. Ama benim fiyatım 12 sıfırlı" dedi. Sonra Başbakan'a döndü, "Sen de aracılık yap. Yakında seçime gidiyorsun. Sana para lazım olur" dedi.
Turgut Bey'e "Sen de komisyonunu al" diyor...
Ben korktum. Erol Bey'i asansöre çektim. "Bizi burada tutuklayacaklar" dedim. Turgut Bey hiçbir şey söylemedi ve neyse gece bitti ve biz beraber çıktık. Ertesi sabah benim gene Erol Simavi'yle işim vardı. Cenajans'ta Nail Keçeli'nin bürosunda buluştuk. Tam konuşmaya başlayacağız, saat dokuzu çeyrek geçe sekreterim aradı. "Başbakan sizinle konuşmak istiyor" dedi. Turgut Bey, "Dinç neydi o halin. Neydi o terbiyesizlik" dedi ve ben Sayın Başbakanım diye araya girdikçe bana da bağırmaya başladı ve Erol Bey'e demediğini bırakmadı.
CEZASI YÜZDE 10 FON OLDU
Aradan 20-25 dakika geçti ki, gazeteden telefonla haber verdiler. Kâğıt ithaline yüzde 10 fon konulmuş. Böyle bir ceza vermişti Turgut Bey. Ben ona bayılırdım. Çok tontondu. Hiddetini de şiddetini de severdim. Şimdiki başbakanda da o hali seziyorum. Sinirlenebiliyor. Onun da insanı reaksiyonları var. Süleyman Bey, kızıyor mu kızmıyor mu belli değildi.
MESUT YILMAZ'A SÖYLEDİĞİ SÖZ
Bir defasında, "Tiyatronun sahibi biziz. Siz sonuçta aktörlersiniz. Siz, gelir ve gidersiniz" gibisinden küstah laflar ettiğimi hatırlıyorum. Mesut Yılmaz'a söylemiştim. Sonra da hesabımı gördüler zaten.
İHALELER DAĞITILIYORDU
Diyelim ki enerji dağıtım ihalesi verilecek. Birini İhlas, birini Erol Aksoy'un Show TV'si, birini de bir başka medya kuruluşu alıyordu. Türkiye'de durum böyle garip bir hale gelmişti. Bizim gazetenin yöneticileri, o paylaşımdan pay almamaktan rahatsızlardı. Habire, "Patron şu işi yapalım, bu işi yapalım" diyorlardı. Ben epey direndim. 1995-97 yıllardı arasında ekonominin şekli değişti ve her medya kuruluşunun bir tane bankası oldu. Sabah'ın hükümetlerle parasal ilişkilere girme hikâyesi işte o dönemde başladı. Banka sahibi olduğunuz zaman ister istemez parasal ilişkileriniz oluyor ve özgürlüğünüz kalmıyor. Zaten bizde de gazetecilik öyle bitti.