Adım çıkmış dokuza, inmiyor sekize...
Aynı anda beynimdeki ben ile kalbimdeki ben birbirlerini yiyorlardı… Beynimdeki ben kötüydü… Tahrik ediciydi… Gaddardı… “Zalim” olmaktan haz duyuyordu…
ADNAN BERK OKAN
Karşımdaki; bir politikacı, bir liderden önce bir insandı…
Etten, kemikten ve elbette sinirden yapılmış bir insan…
İçinde fırtınalar koptuğunu hissediyordum…
Ve aynı anda beynimdeki ben ile kalbimdeki ben birbirlerini yiyorlardı…
Beynimdeki ben kötüydü…
Tahrik ediciydi…
Gaddardı…
“Zalim” olmaktan haz duyuyordu…
Hem aklı hem kalbi öfke işgaline uğramış bir siyasetçiden, hele liderden daha güzel malzeme olamazdı “beynimdeki ben” için…
O duyguların emriyle, “hadi sıkıştır şunu… Bütün medya ve kamuoyu seni konuşacak… Karşındakinin söylediklerini de biraz abartarak aktardın mı müthiş iş çıkacak” diye bastırıyordu…
***
Kalbimdeki ben ise “iyi” insan olmak istiyordu her zamanki gibi…
“Bırak Allah aşkına… İnsani duyguların kışkırttığı, acıları günlük giysi yapmış, sürekli hakaretlere, iftiralara uğrayan birisinin bir anlık zayıflığını istismar edip onu yamyamların önüne atma” diyordu…
***
Aklı ve kalbiyle bir bütün olan ben, işte bu iki farklı benliğin arasına sıkışmış kalmıştım…
Soracağım sorularla ya o fırtınayı açığa çıkaracak ve “müthiş” bir gazetecilik yaparak gündem yaratacaktım…
Ya da “insan” gibi davranarak karşımdaki kişinin fırtınasını yatıştıracak, havadan sudan hatta eğlenceli sorularla konu değiştirecektim…
Ben ikinciyi tercih ettim.
***
Bu yukarıdaki satırlar, bir zamanlar çalıştığım ve o günün en çok satan gazetesindeki bir yazımdan alıntı…
Genel yayın yönetmeni; “Bu kısmı yayımlamayalım… Çok büyük tepki alırsın” dedi…
“Neden?” sorusunun karşılığı aynen şöyle idi:
“Zaten adın çıkmış… ‘Bak işte, nasıl da koruyor, nasıl da yalakalık yapıyor' diyecekler”…
Cevabım şu oldu:
“Umurumda değil… Ben bu söyleşiyi onlar (gazeteciler) için yapmadım, okurlarımız için yaptım…”
***
Sonra ne mi oldu?..
Genel Yayın Yönetmeni haklı çıktı…
Söyleşi yayımlandıktan sonra, o günün de bugünün de ünlü küfürbazlarından biri öyle bir saldırdı ki bana…
Ne, karımın bir kamu bankasından kullandığı üç otuz paralık tüketici kredisi kaldı (ki hiçbir tek taksiti bile aksamamıştı ve karşılığında verilen gayrimenkul teminatı, kullanılan kredinin tam 5 katı idi. Daha da ilginç olanı; stilist, modelist ve ressam olan sevgili karım, Bağdat Caddesinde bir butik sahibesiydi.) ; ne çocuklarımın okulları…
***
Bunları yazmamın sebebi, Hıncal Uluç’un bugünkü makalesi…
Yukarıda küçük bir bölümünü yayımladığım söyleşi sırasında yaşım kırkbeşi geçmişti…
Türkiye’nin halen eski Türkiye, medyamızda da halen “basın” olduğu dönemdeki gibi "söyleşi" yapıldığını sanıyordum…
Çünkü benim öğrendiğim söyleşi türünde söyleşiyi yapan kişi, “soru-cevapları asistanına deşifre ettirip yayımlatan kişi” değildi…
Çünkü benim öğrendiğim söyleşi türünde söyleşiyi yapan kişi hem karşısındakinin ve hem de kendisinin duygularını okurlara aktaran kişiydi...
O zaman, soruların ve cevapların hangi duygularla sorulduğu ve cevaplandığı daha net anlaşılacaktı...
***
Bugün bu tür söyleşi yok…
Genç söyleşi ustalarını okuyorum ve samimi söyleyeyim ki “tat” almıyorum…
Alt alta sıkıştırılmış sorular ve cevaplar sayfalar dolusu sürüyor ama ne söyleşi yapılanın ne de söyleşi yapanın duyguları yok...
Söyleşi yapılanın verdiği cevaplar sırasındaki bakışları, mimikleri ve söyleşiyi yapan tarafından hissedilmiş duygularından tek satır yok...
Olmuyor gençler olmuyor...
Duygu lütfen duygu…
Birazcık da olsa razıyız…
[email protected]