21 yıllık Rusya deneyimi ile anlattı: 'Ruslar ve Türkler arasndaki tek fark din'
Gazeteci Cenk Başlamış ile Evrensel gazetesinden Okay Deprem derinlikli bir söyleşi yaptı ve Rusya'yı anlattı.
Rus Savaş uçağı düşürülünce gündem bir anda Rusya oldu. 1989’dan 2010 sonuna kadar Moskova’da Milliyet temsilcisi olarak görev yapan gazeteci Cenk Başlamış ile Evrensel gazetesinden Okay Deprem derinlikli bir söyleşi yaptı. Başlamış, Moskova’ya haberci olarak gidişi, gözlemleri ve edindiği deneyimleri anlattı.
21 yıl Rusya'da yaşayan Başlamış, Ertuğrul Özkök ile Mehmet Ali Birand'ın ortak aldığı faks'tan, Türki Cumhuriyetlerde yaptığı röportajlara, Sovyet yetkililer ile ilişkilerinden neden Türkler ve Ruslar arasındaki tek farkın din olduğunu düşündüğüne dek pek çok konuyu anlattı.
İşte o söyleşiden dikkat çeken noktalar:
SSCB’ye, Moskova’ya 1989 yılı başlarında gittiniz. Gitmeden önce aklınızda nasıl bir Sovyetler Birliği imajı vardı?
Gazeteciliğe 1983 yılında dış haberci olarak başladım. ’89’da gittiğimde altı yıllık dış haberciydim. Sovyetler Birliğine veya o coğrafyaya dair hiçbir özel ilgim yoktu. Daha çok Ortadoğu’ya meraklıydım. Moskova denilince; o Soğuk Savaş döneminin filmlerinde gördüğümüz gri binalar, kasvetli bir hava ve elbette soğuk aklıma geliyordu. Fakat ilginç bir dönemdi; Gorbaçov iktidara gelmiş ve bütün dünyanın gözü Sovyetler Birliği’nin üzerindeydi.
Peki bu genel tahayyül dışında; ideolojik, politik olarak ve hatta duygusal anlamda Sovyet dünyasına herhangi bir şekilde bir bakışınız yok muydu, olumlu veya olumsuz…?
Şöyle vardı: 1980 öncesinde benim mensubu olduğum politik hareketin Sovyetler Birliği ile ilgili “Sosyal Emperyalist” diye bir siyasi tanımlaması, teşhisi vardı. O değerlendirme “Sovyetler Birliği eşittir Amerika” anlamına geliyordu. Bundan kaynaklanan olumsuz bir bakışım vardı, onu söyleyebilirim.
Sovyetler Birliği’ne gittiğiniz andan itibaren gördükleriniz, gözlemledikleriniz; tanık olup yaşadıklarınız ile daha önce kafanızdaki SSCB imajı arasında ne gibi farklılıklar veya benzerlikler ortaya çıktı?
Aslında çok büyük bir fark yoktu. Neydi gitmeden önceki imaj ya da önyargı? Bir süper devlet. Biraz da özellikle o Soğuk Savaş dönemine ait casusluk filmlerinin de etkisiyle hakikaten; kasvetli, puslu bir hava, gri renkli devasa binalar ve soğuk… Ama beklemediğim şey şuydu; hani haberlerden ‘mal yokluğu’ gibi şeyleri biliyordum ancak bunun ne anlama geldiğini ancak gittiğim zaman gördüm. Benim Türkiye’dekilere anlatmakta en çok zorlandığım konu bu mal yokluğuydu. Büyük bir mağazanın içine giriyorsunuz. Yaklaşık 100 metre boyunca reyonlarda ilerliyorsunuz raflarda tek bir ürün… Ve hiçbir şey göremeden öbür kapısından çıkıyorsunuz...
PANDORA’NIN KUTUSU
SSCB’nin en kritik ve son dönemeci olan 89-90 ve 91 yıllarına tanıklık ettiniz. Sizin gözünüzden nasıl geçti söz konusu seneler? Ve özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılış sürecini nasıl yorumladınız, ne şekilde görüp analiz ettiniz?
Eğer şöyle bir soru soruluyorsa: “Sovyetler Birliği’nin dağılacağını tahmin ediyor muydum?..” Hayır, etmiyordum. Ama şunu görebiliyordum: Gorbaçov, hani çok sık kullanılır bu ifade, içinde cinlerin olduğu “Pandora’nın Kutusu”nu açtı. Ve galiba kendisi de bilmiyordu değişimin nereye gidebileceğini.
O mal yokluğu da o kadar kronik hale geldi ki, benim oturduğum Donskaya Sokağı’nda her zaman gittiğim fırında ekmeğin bile olmadığı günler başladı. Bu işin nereye gideceğinin Gorbaçov’un kendisinin de bilmediğini hissedebiliyordum. Ama şunu da söylemem lazım: Rusça’ya o zamanlar tam hâkim olmamam doğal olarak benim bir takım şeyleri anlamamı engelliyordu. Eğer başından itibaren çok iyi Rusça biliyor olsaydım Sovyetler Birliği’nde yaşanan o süreci daha iyi tahlil edebilirdim.
Aradan yıllar geçtikten sonra, bugünden geriye doğru baktığınızda sizce “değişme” kaçınılmaz mıydı veya bir şekilde ertelenebilir miydi? Yoksa gerçekten de er ya da geç bu son kaçınılmaz mıydı?
Gorbaçov ’86’da iktidara geldi. Bence eğer Gorbaçov elini çabuk tutabilseydi, gerçekten ne yapmak istediğini bilse ve yeterince destek alabilse; belki bu süreci engelleyebilirdi. Fakat ‘91 yılındaki Ağustos Darbesi, bardağı taşıran son damla oldu.
“Süreç engellenebilirdi derken, siyasi birlik korunup rejim bir yerde bugünün Çin’i gibi mi olacaktı anlamı çıkıyor?
Çözüm oydu. Çünkü Sovyetler Birliği’nin en önemli sorunu, çok geniş bir alana yayılması, çok kalabalık olması… Bu kadar devasa bir ülkede dönüşüm gerçekleştirmek çok zordu. Bunu şekilsel bir birliğe çevirmek mümkün olabilirdi ancak insanları zorla bir arada tutmaya çalışmak da patlamaya yol açtı.
‘İKİ TOPLUM BİRBİRİNE BENZİYOR
Türkiye ve Rus toplumları arasında ne gibi temel önemde ve ayırt edici benzerlik ve farklılıklar gözlemleyip fark ettiniz?
İlk bakışta birbirinden çok farklı toplumlardı. Fakat içinde yaşamaya başladıkça, Rusça öğrendikçe, iki toplumun birbirine çok benzediğini düşünmeye başladım ve öyle bir an geldi ki tek farkın “din” olduğunu düşünmeye başladım. Benzerliklerin başında iki ülkenin de melez bir kimliğe sahip olması geliyor. Dışarıdan öyle görünmese de; Sovyetler Birliği ya da Rusya’nın bir Avrupa ülkesi olmadığını, ağırlıklı olarak bir doğu toplumu olduğunu, Türkiye gibi, biraz iki arada kalmış, nereye ait olduğu konusunda kafalarda kuşkunun olduğu bir toplum olduğunu gördüm. Ruslar kendilerini Avrupalı olarak görüyorlardı ama sonuçta gündelik konuşmalarda bile Batıdan “Batı” olarak söz ediyorlardı.
Türkiye’de “her konuda uzman”, önüne gelen her konuda yazan-çizen gazeteci, yazıcı, vs. olduğu gibi Rusya konusunda da var. Genel olarak bu “gazetecilik” kakofonisine nasıl bakıyorsunuz?
Benim yurt dışında bir Türk muhabir olarak kendime ve diğer Türk gazetecilere yönelttiğim eleştiri bu işin bir parçası. Neydi bu: Yüzeysel olmak. Bir konuyu derinlemesine bilmeyen, hatta belki de hiç bilmeyen insanlar, sadece o konu güncel diye, o konu popüler diye... - bu Rusya olabilir, AB olabilir, Mısır olabilir- okunmak, dikkat çekmek için yazıyorlar. Medyada son yıllarda genel olarak kalitenin düşmüş olmasının da bundan bir rolü var ancak bu Türk medyasında baştan beri olan genel bir eğilim bence.
Söz açılmışken kendimle ilgili bir şey söyleyeyim: Benim için ne kadar Rusya uzmanı denilse de ben kendimi Rusya uzmanı olarak görmüyorum. Rusya uzmanı değilim ama Rusya’yı biliyorum çünkü tam 21 yıl Rusya’da yaşadım. Ve izole bir dünyada yaşamadım, o toplumun içine girdim. En önemlisi Rusça öğrendim ve Rusya konusunda artık sezme aşamasına geldim.
Moskova’da görev yaptığım özellikle 90’lı yıllarda Rusya konusunda yetkin denilebilecek, sözüne değer verilebilecek insan sayısı gerçekten çok azdı. Hatta bizim dış işleri bakanlığında Rusya’ya da bakan masanın başındaki kişi değil Rusça bilmek, hayatı boyunca Moskova’ya dahi gelmemişti.
Gidip illa benim gibi 21 yıl yaşamanız gerekmiyor ama eğer bir konunun uzmanı olmak, o konuda kayda değer yorum yapmak istiyorsanız, birincisi dili öğreneceksiniz, ikincisi o ülkede yaşayacaksınız. Siz Rusça bilerek de Rusya’yı Türkiye’den takip edebilirsiniz internetin yardımıyla. Ama o toplumun içinde yaşamadığınız zaman Rus kimliğine ya da Rus denilen insanları tanımadığınız zaman, onların evine konuk olmadığınız zaman, çok basit olaylara onların nasıl tepkiler gösterdiğini, Rusça hangi cümlelerle tepki verdiklerini gözlemlemedikten sonra gerçek anlamda ve içeriden o ülkeyi takip edemezsiniz…
‘GAZETECİLİK İLE İLGİLİ SORUN KAYNAKTI’
Dağılana kadar SSCB’de ve 90’lı yıllarda Rusya’daki koşullarda, genel olarak bu bambaşka dünyada gazetecilik yapmanın zorlukları nelerdi sizin için?
Moskova’ya gittiğimde hiç Rusça bilmiyordum. En önemli problem buydu. Ama şu konuda şanslıydım: Sovyetler Birliği’ne ilişkin Türkiye’de hemen hemen hiçbir şey bilinmiyordu. Dolayısıyla, neredeyse sokakta adım attığımda bile bu bir haber değeri taşıyordu. Günde 3-4 adet haber geçiyordum.
Gazetecilik ile ilgili sorun kaynaktı. Kaynakla doğrudan muhatap olmak diye bir kavram yoktu. Haberlerin kaynağı şuydu: Tass Ajansı. Moskova Radyosu’nun da İngilizce yayınlarını mutlaka dinliyordum. Bizim elçilik de önemli bir haber kaynağıydı.
Birand ve o dönemde yine Moskova’ya sık sık gidip gelen Ertuğrul Özkök, Türkiye ile telefonla doğrudan konuşmak diye bir şey söz konusu olmadığı ve de faksı da kullanamadığınız için Türkiye’ye haber geçebilmek için ortak bir teleks almışlar. Ve onlar Moskova’da olmadıklarında yararlanılsın diye elçiliğe vermişler. Haber geçebilmemin tek yolu haftanın yedi günü büyükelçiliğe gitmemden geçiyordu. O kadar sık gidince, ister istemez ilişkiler gelişiyor ve uçan kuştan haberiniz oluyor doğal olarak.
Bir süre sonra da ben onu evime naklettim. Hatta dış işlerinden şifreli, numaralı mesajlar gelmeye devam ediyordu.
Gorbaçov’un iktidara gelmesinden sonra “Glasnost” denilen politikanın bir parçası olarak Rus Dışişleri sözcülüğüne Gerasimov adında, Batı tarzına biraz yakın, dışa dönük, esprili birisi atandı. Gerasimov, biraz da o eski klasik, sert imajı kırmak için hafta bir brifingler düzenliyordu. Ve bunlar, Moskova’da neredeyse bütün yabancı gazetecilerin hücum ettiği brifingler oluyordu. Çünkü Sovyetler Birliği’nin herhangi bir konuda resmi görüşünü öğrenebileceğiniz ve soru sorabileceğiniz belki de tek ortamdı.
Sovyet Dışişleri Bakanlığı Enformasyan Dairesi’nde, her ülkenin bağlı olduğu bir görevli, bir diplomat var. Ben dâhil Türk gazetecilerden de sorumlu Yuriy Pasutin diye bir kişiydi. Bir kere her şey kuralına uygun olmak zorundaydı. Mesela Pasutin’e antetli kağıtta bir mektup verilecek. Örneğin: “Milliyet Moskova Bürosu saygılar sunar…”, “Aşağıdaki ricaları yerine getirmenizi istirham eder…” türünden kalıplar vardı.
‘15 SOVYET CUMHURİYETİNİN, 14’ÜNE GİTTİM’
Özellikle ve en başta 90’lı yıllarda olmak üzere; eski Sovyet coğrafyasında epey ve yoğun olarak dolaştınız. Çeçenistan gibi sıcak çatışma alanlarında, savaş bölgelerinde bulundunuz. Hiç unutamadığınız, sizi en fazla etkileyen olaylar hangileriydi?
Sovyetler Birliği’nde gazetecilik yapmam için bana verilen olanağı iyi kullandığımı düşünüyorum. SSCB bir ucu Polonya sınırında bir ucu Japonya sınırında bir ülke. 15 Sovyet cumhuriyetinin, Belarus dışında 14 cumhuriyetin de hepsine gittim. Beni etkileyen yerler ise Türk cumhuriyetleri olmuştur. Orta Asya cumhuriyetlerini kapsayan bir röportaj dizisi yapmak üzere yola çıktım. Ancak o kadar bilgisizdim ki, Tacikistan halkının Türk asıllı olduğunu sanıyordum.
Şu beni o seferde ve daha sonrasında çok etkilemiştir: Bir kere Türkiye’den 3 saat mesafe uzaklıkta bir yerdesiniz. Orada uçağa binip 4-5 saat uçuyorsunuz. Ve hayatınız boyunca benzerini bile görmediğiniz bir coğrafyaya geliyorsunuz ve karşınıza öyle ya da böyle Türkçe konuşan insanlar çıkıyor. Bu benim o yıllarda biraz yanlış anlaşıldığım bir konudur. Ben o röportajları milliyetçilik duygusuyla hiçbir zaman yapmadım. Hayır, ben oraya haber için gittim ve benim için olay şu kadar basitti.
Keza beni o sıralarda bu açıdan Sovyet yöneticileri de yanlış anladılar. Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi müsteşarı olarak çalışan Walter Şonya diye birisi bir gün Ankara’da bir basın toplantısı düzenledi. Lafı birden bana getirdi “Milliyet muhabiri Cenk Başlamış” diye başlayarak beni Türk asıllı halklarla ile ilgili “kışkırtıcı haberler yapmakla” itham etti. Ve onları zorla, “Biz Türkiye’ye göç etmek istiyoruz” dedirtmek ile suçladı. Böyle bir şey kesinlikle yoktu. Alman olsaydım Almanca konuşanlar da daha çok ilgimi çekerdi… Örneğin Moldovya’da Gagavuz Türkleri var. O da çok çarpıcı bir konu çünkü gene bambaşka bir yere gidiyorsunuz ve gene karşınıza Türkçe konuşan insanlar çıkıyor ancak bu sefer bu insanlar Müslüman değil Ortodoks Hıristiyanlar.