Yılmaz Erdoğan'ın sözlerinden kim neyi anladı?

Yılmaz Erdoğan'ın sözlerinden kim neyi anladı?

Levent Gültekin acikcenk@gmail.com

Yılmaz Erdoğan'ın “Film setinde günde 5 defa ezan okunduğu duyulur ama Türk filmlerinde ezana yer verilmez” eleştirisi solcuları fena halde kızdırırken, sağcıları da bir hayli mutlu etti.

Bazı solcu ve liberal aydınlar Yılmaz Erdoğan’ı neredeyse linç edecekler. ‘Çağdaş’ bir mahalle baskısı nasıl olur, hepimize gösteriyorlar.

Bu meseleyle alakalı asıl söyleyeceklerime geçmeden önce bu arkadaşların Yılmaz Erdoğan’ı linç etmeye kalkışmaları üzerine bir iki cümle etmek niyetindeyim.

Yılmaz Erdoğan’a duyulan bu öfkenin asıl nedeni ne? Gerçekten bu arkadaşlar Yılmaz Erdoğan’a iktidara ‘yalakalık' yaptığı için mi bu kadar öfkelendiler?

Gören de sanır ki bu arkadaşların her biri büyük birer şahsiyet abidesi. Sanırsınız ki ömürleri boyunca kimseye ‘yalakalık’ etmemişler, hiçbir iktidar ve güç karşısında eğilip bükülmemişler, kendi çıkarları hilafına hep onurlu ve haysiyetli bir duruş sergilemişler, ömürleri boyunca hep mazlumun yanında yer almışlar. Para için, makam için, çıkar için, iktidar için, ideolojik kazanım için hayatları boyunca kimseye eyvallah etmemişler. Öyle mi?

Bu yüzden mi içlerinden AK Parti’ye ‘yalakalık’ edenlere bu kadar öfkeleniyorlar?

Bence bu arkadaşları asıl öfkelendiren Yılmaz Erdoğan’ın ‘yalakalık’ yapıyor olması değil, ‘yalakalığı’ AK Parti gibi ‘sağcı’ bir iktidara yapmış olmasıdır. Sol bir iktidara veyahut askere olsaydı, emin olun bu kadar öfkelenmeyeceklerdi. Solcu arkadaşlar ideolojiyi amaç haline getirdikleri için ‘sağ’ iktidarlara boğanın muletaya saldırdığı gibi hücum ediyorlar.

Bireysel bağımsızlığı, özgürlüğü, düşündüğünü söylemeyi savunanların kendi içlerinde farklı konuşanları linç etmeye kalkışmaları anlaşılır gibi değil.

Türk solunun batı ile kurduğu kültürel etkileşimin temelinde ne yatıyor? Sağlam bir kimlik veyahut esaslı bir kişilik mi?

Neyse, lafı fazla uzatmadan Türk sinemasındaki ‘ezan ve başörtülülerin eksikliğine’ gelelim.

Adamın biri bir gün roman yazmaya karar verir. Fakat derdi romanının çok satmasıdır. Orhan Pamuk gibi ‘roman ustası’ bir zata gider ve “Üstat bir roman yazmayı düşünüyorum fakat romanımın çok satmasını da istiyorum bana ne tavsiye edersiniz?” diye sorar.

Roman ustası “Türkiye’de romanın çok satması için üç şey çok önemli. Bincisi asalet, ikincisi gizem, üçüncüsü de erotizim” der ve adamı gönderir.

Adam 3 ay sonra yazdığı romanı fikrini almak için roman ustasının önüne koyar.

“İşte yazdığım roman. Nasıl? Olmuş mu?” diye sorar. Roman ustası “Ne yazdın anlat bakalım” deyince yazar önce romanına verdiği adı söyler: "Kontesi kim öptü?"

Roman ustası “harika” der. “Kontes diyerek asaleti, kim diyerek gizemi, öptü diyerek de erotizmi konu etmişsin fakat ben unuttum, toplum değişiyor, artık halk böyle kültürel çalışmalarda din de görmek istiyor, o yüzden bu romana biraz da din sosu katman gerek, o zaman tepeden girersin çok satanlar listesine.” Bu öğüdü alan yeni yazar tekrar çalışmaya koyulur.

Birkaç ay sonra geri gelir: “Usta, romanım bitti diyerek” görüşünü sorar.

Usta: “Ne yaptın anlat bakalım” der. Yazar romanın adını 'Allah Allah kontesi kim öptü?' şeklinde değiştirdiğini söyler. Tam not alır ve kitabı baskıya gönderir.

İşte bugün sinemayla, sanatla ilgili tartışmalar tam da bu düzeyde sürüyor.

Türk sinemasında veyahut dizilerinde ar yok, haya yok, edep yok, seviye yok, derinlik yok, kişilik yok, haysiyet yok, karakter yok, kimlik yok, kardeşlik yok, mertlik yok, zeka pırıltısı yok, namus yok, ahlak yok, kültür yok, bir amaç yok, adam gibi bir senaryo yok, bütün bunlar dert değil ama ezan ve başörtülü oyuncu olmaması büyük dert!

Bunlar olmadıktan sonra ezan veyahut başörtülü kadın olsa ne yazar, bütün bunlar olduktan sonra ezan ve başörtülü kadın olmasa ne olur?

Bizim dindarlar da her tarafa, her icraata, her projeye işlevi olmayan bir dindarlık boyası çalma merakı var. Dindar olsun ama çamurdan olsun gibi bir şey.

Aynen eğitim sistemindeki onca perişanlığa, onca probleme, onca yetersizliğe rağmen Kuran-‘ı Kerim ve Siyer derslerinin seçmeli olarak sisteme dahil edilmesi gibi. Ne işe yarayacağını hiçbirimiz bilmiyoruz ama dindar kesimimiz eğitim sistemindeki bu adımdan acayip mutlu.

Şimdi benzer mutluluğu ‘muhafazakar sanat’ ve ‘muhafazakar sinema’ ile yaşamak istiyorlar.

Bence dindar kesim mutlu olmak istiyorsa dindarlıkla neyi amaçladıkları konusunda kendi zihinlerinde bir sarahate kavuşsunlar. Çünkü bana öyle geliyor ki mutluluğu yanlış yerde arıyorlar.

Özetle,

1- Solcular, iktidara yanaşmaya değil, muhafazakar iktidara yanaşmaya karşılar. Orduyla, Kemalist iktidarla dans etmişlikleri çoktur.

2- Yılmaz Erdoğan’ın sözlerini mutlak surette bir yalakalık, ihanet, riya alameti saymak… Aslında bu müfsit ilişki biçimlerinden başkasına aklı ermeyenlerin işidir. Belki de Yılmaz Erdoğan yalnızca fikirlerini veya bir konudaki fikrini değiştirmiştir. Kimse böyle okumuyor tabloyu. Çünkü, kendine saygı duymayan kimse, başkasına saygı duyamaz.

3- Her olayı, her konuyu yüzeysel, kabuktan, ambalajdan yola çıkarak tartışıyoruz: Başörtüsü ve ezan. Bayrak ve marş…  Duygular körelince, düşünceler güdük kalıyor, sözler bayatlıyor.

 Bir Açıklama

Geçtiğimiz hafta katıldığım TV NET’teki Veyis Ateş’in programının tekrarını izlediğimde beni de rahatsız eden bir durum dikkatimi çekti.

Son soruya cevap verirken kişisel bazı eleştirilerimde gereğinden fazla sert ve agresif bir üslup kullandığımı fark ettim.

Açıkçası, bazı gazetecileri eleştirirken, kendime yakıştıramadığım keskinlikte, şiddet yüklü sözler sarf etmişim.

Amacım kimseye hakaret, haksızlık, kabalık etmek değildi. Yapılan işlerdeki üslup, tarz ve tercihlere eleştiri getirip olumsuzluklara dikkat çekmekti.

Fakat maalesef kıvamı, ölçüyü, dengeyi tutturamamışım.

Üsluba ilişkin eleştiriyi, ayarsız bir üslupla yaptığımı anlayınca, esef duydum. Hatamı düzeltmek isterim. Gereksizdi, olmamış, abartmışım. twitter.com/acikcenk