Türkiye’de son dönemde peş peşe meydana gelen olaylara ve
bunların arkasında yatan ihmallere bakınca insanın içini bir
karamsarlık kaplıyor.
Her kaza, her terör saldırısı geleceğe dair ümidimizi
kırıyor.
Bu durum sadece peşi sıra gelen olumsuzluklarda kendini
göstermiyor.
Devletle ilgili her alanda, her ilişkide, her icraatta tuhaf bir
düzensizlik, kalitesizlik, yüzeysellik kendini gösteriyor.
Lafı fazla uzatmadan hemen söyleyeyim Türkiye’de kurumlarda
genel ve derin bir çürümüşlük var.
Hangisini tutuyorsanız elinizde kalıyor. İşini düzgün yapan bir
kurum neredeyse yok. Kurum olmadığı gibi işini yaparken yaptığı
hatanın vebalini, utancını yaşayacak insanlar da kalmadı. Kimse
artık yaptığın yanlıştan utanmıyor.
TSK, yargı, eğitim sistemi, spor camiası, medya, iş dünyası,
bürokrasi… Hepsi profesyonellikten uzak ve günü kurtarmaya matuf
işler peşinde. Hepsinde ucuz ve yüzeysel bir makyajın altına
saklanmış derin bir çürümüşlük hakim.
Meclis’teki vekil kalitesine baktığınızda tablo daha da
vahim.
Bu durum üstelik yeni değil. Yani bu kurumlar yıllardır bu
halde.
Yargı yıllardır olduğu gibi adaletten uzak. İdeolojik,
tarafgir.
TSK yıllardır PKK ile mücadelede bir ihmaller zinciri yaşıyor.
Şimdi anlıyoruz ki yıllardır darbe planlamaktan,
“Atatürk’ün devrimlerine bekçilik” yapmaktan başka
hiçbir iş yapmamışlar. Bu süreçte ellerinde tuttukları
‘güç’ hem ahlaklarını, hem de sorumluluk
duygularını alıp götürmüş.
ÖSYM yıllardır bir çürümüşlük içinde. Eğitim sistemindeki
sorunlar yıllardır kangren halinde. Emniyet deseniz öyle..
Çürümüşlüğü özellikle bugün bu kadar net görebiliyor olmamızın
iki nedeni olduğunu düşünüyorum..
Birincisi gelişen teknoloji ile beraber herşey denetlenebilir
hale geldi. Artık hiç bir şey saklanamıyor.
Diğer neden ise medya ile hükumetin, yani bütün kurumları ile
beraber devletin ve medyanın ayrı kamplarda ve çatışma halinde
olmaları.
Bu çatışma ülkenin bütün defolarını da açıkça ortaya
çıkarıyor.
Çünkü medya iktidarın zaafını ortaya koymak için her ihmalin,
her eksikliğin, her başarısızlığın üzerine projektör tutuyor.
Hükûmet de aynı tutumla benzer bir projektörü medyanın ve kendi
muarızlarının üzerine tutunca, halk olarak esasında her tarafı
saran derin yozlaşmanın ve çürümüşlüğün farkına varıyoruz.
Medyada ‘kamu sorumluluğu’ ve ülke yararı,
yerini kişi ve şirket yararına bırakmış. Herkes canını ve malını
kurtarma telaşında.
Her mesele, her tartışma, her olay medyada ideolojik bir
kamplaşma oluşturmaktan başka hiçbir anlam taşımıyor. Kimse
kimsenin dürüst, samimi, sorumlu olabileceğine inanmıyor.
Tablo karanlık. Çürüme toplumun derinliklerinden yüzeyine doğru
ilerliyor.
Toplumsal ahlak, toplumsal bilinç, toplumsal değerler, toplumsal
başarı neredeyse yok denecek kadar az.
Peki hal böyleyken ne yapacağız? Nasıl çıkacağız bu
çürümüşlükten? Kim bizim elimizden tutup ayağa kaldıracak? Önce
toplum mu düzelecek, yoksa önce devlet mi? Önce aydınlar mı ahlaki
bir düzeye ulaşacak, yoksa toplum mu? Kim kime dürüstlükte,
titizlikte, nezakette, başarıda kaynaklık edecek? Kim kimi yanlış
yaptığında uyaracak bir ahlaka ve dürüstlüğe daha erken
ulaşacak?
Tablo böyleyken ideolojik tartışmaların kime ne faydası var?
Türkiye de her tartışmada ikiye bölünen toplumun bir yarısı
diğerinden daha ahlaklı, daha çalışkan, daha dürüst, daha yüksek
kültürlü değil.
Dindarı da, dinsizi de, solcusu da, sağcısı da bu çürümüşlükten
nasibini yeterince almış.
Belki de toplumun tek ortak noktası yozlaşma ve çürümüşlük.
Bundan dolayıdır ki bir tartışma olduğunda bir taraf diğerinden
daha inandırıcı gelmiyor.
Bu karanlık tabloyu sizi umutsuzluğa sevketmek için yazmadım.
Tablo ne yazık ki böyle.
Durumumuzu bilip buradan bir çıkış yolu aramayı denemeliyiz.
İnsanı önceleyen bir yapıya öncülük edecek bir düşüncenin
yerleşmesine zemin hazırlamalıyız.
Diyeceğim o ki şapkayı önümüze koyup düşünme vakti geçmek
üzere.
Yoksa “bırak dağınık kalsın” diyenlerden
misiniz? twitter.com/acikcenk
Bu yazıya Facebook'ta yorum yapmak
için tıklayın