Sevgiliniz yoksa. Sakin olun.
Vıcık vıcık sevgililer günü reklamlarına gözlerinizi
kapayın. Kulaklarınızı tıkayın.
Bu hafta televizyon izlemeyin. Gazete
okumayın.
"Lanet olsun, sevgililer gününde yalnızım"
muhabbetine girip kendinizi bunaltmayın.
14 Şubat'ı sevgilisiz geçirmemek için normalde
"he" demeyeceğiniz kimseye "he"
demeye kalkmayın. Sonu iyi olmaz.
Olup bitenler. Sadece yanılsama. Dram yapmayın. Kapayın
gözlerinizi, 15 Şubat'ta açın. Benden söylemesi.
SANCILARIMIZI ZONKLATAN BİR
KİTAP
Yazdığım kitapları imzalamayı sevmem. Kitabın kendisi
yazarın imzasıdır bence.
Kitap imzalatmaktan da hoşlanmam. Kitabını okumak yazara
en büyük lütuftur, üstüne bir de önünde sıra bekleyip imza
attırmam.
Ama. Kendiliğinden imzalanıp gönderilmiş kitaplar başkadır. Bir
yazar size kitabını imzalayıp göndermişse, "size önem
veriyorum" demektir. "Yazdıklarımı oku"
demektir. Önemsenmektir. Müthiş bir keyiftir.
Geçen hafta. Masamda bulduğum kitapta. "Değerli Hocam
Nuran Yıldız'a en iyi dileklerimle" yazıyordu. Kitap ve
imza İlker Başbuğ'a aitti. Terörist
olmakla suçlanan ilk genelkurmay başkanı. Kendisini ve
ailesini tanımaktan onur duyduğum bir asker.
Kitabın başlığı askıda duran bir soru: "Nasıl Bir
Türkiye"
Bir solukta okudum. Akıcı dili sizi kitabın içine çekiveriyor.
Başbuğ, yazdığı her kitapta içini döküyor, kafasındakileri
ve yaşananları önümüze yığıveriyor.
Unutmamıza izin vermiyor. Vermeyecek. Vermesin.
53. sayfada, 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde 7 Haziran 2013'te
yaptığı konuşmadan bir bölüm var:
"...sanal davanın asıl amacı (...) sivil memurundan
orgeneraline kadar tüm personelin üzerlerine basarak Genelkurmay
Başkanına, yani bana ulaşmak ise, bu silah arkadaşlarımı bırakınız
gitsinler. Ne yapacaksanız, bana yapınız."
Başbuğ'un konuşmasında geçen bu satırlar düşüncelerimi, o
karanlık günlerin girdabına doğru çekti.
Şafak vakti Ergenekon dalgaları sürerken. Gazetelerde.
Düzmece olduğu bugün kabul edilen ama o günlerde bizim durmadan
düzmece olduğunu söylediğimiz 51 no'lu DVD'de bir belge
vardı.
İmzasız bir belge. Altında ismi bulunan subayın mahkemede
"böyle bir belge düzenlemedim" dediği bir belge. O
belgede, benim Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'dan ANAP
Genel Başkanı Erkan Mumcu'ya mesaj götürdüğüm
yazıyordu.
Mesaj götürmek suç falan değildi ve üstelik mesaj da
götürmemiştim. Ne ben mesaj taşıyacak biriydim, ne İlker
Başbuğ sivillere aracılık yaptıracak biriydi, ne de Erkan Mumcu
"şunları yap" dendiğinde söz dinleyecek
biriydi.
Uydurulan roller üzerimize oturmuyordu ama senaristler için bu
şart da değildi.
Hem İlker Başbuğ'u hem de Erkan
Mumcu'yu tanıyor olmam, senaryo akışı için yeterliydi.
Meşhur ifadedir, bir yalana inanılmasını istiyorsanız içine
az biraz da gerçek katmalısınız.
Bu gerçek dışı belge her haber olduğunda. Benden, İlker
Başbuğ'dan, Erkan Mumcu'dan hoşlanmayanlar ve elbette senaristler
tutuklanacağımızı düşünerek el ovuşturduklarında.
Israrla yalanlıyorduk: Böyle bir olay hiç
olmadı! Hükümetin kör ve sağır olduğu günlerdi.
Ailem. Arkadaşlarım. Avukatım. Hep aynı cümleyi tekrarladılar o
günlerde: "Konunun senle ilgisi yok. Sen İlker Başbuğ'a
giden yolda sadece bir basamaksın. Onu tutuklamak için sizlerin
üzerine basıyorlar..."
İlker Başbuğ'un "Nasıl Bir Türkiye" kitabı
sancılı günlerin ağrısına tuz basacak türden.
KONUŞMADAN...
Meşhur sözdür: "Ormanda karşıma iki yol çıktı. Az
kullanılanı seçtim." Bu sözü ben şöyle kullanırım:
Karşıma iki insan çıksa az konuşanını seçerim.
Hakan Fidan hakkında hiçbir fikrim yok. Sadece
en kıymet verilen bürokrat olduğu malumumuz.
5 yıldır MİT müsteşarı. Ne olaylar. Ne görüşmeler. Ne krizler.
Ağzını hiç açmadı. Susarak yükseldi.
Siyaset ise susma yeri değildir. İleri geri konuşma yeridir.
Bakalım Fidan bu çelişkiyle nasıl baş edecek?
AKLIMDA KALAN
Bir yargıcın mektubu:
Yalçın Doğan'ın köşesinde okudum. Eskişehir Sulh Ceza Mahkemesi'nin
yargıcı 18 yaşındaki hırsızın tutuklanmasını reddetmiş.
Gerekçesine Cumhurbaşkanına, Meclis Başkanına, Başbakana,
Bakanlara, muhalefete mektup yazılmasını da eklemiş.
Mektupta yetiştirme yurtlarında 18 yaşını dolduran çocuğun sokağa
bırakılmasının sosyal devletle bağdaşmadığını yazıyor.
Köprü altlarında aç ve sefil biçimde yaşamaya terk edilen
çocukların hırsızlıktan başka çarelerinin olmadığını dile
getiriyor. Haklı. Siyaset kör döğüşüne dönmüşken insanlar
unutuldu. Şimdi soru: Bu ülkenin ilk sorunu Başkanlık Sistemi
midir? Gencecik kızların ve delikanlıların 18 yaşı doldu
diye kalacak yeri, yapacak işi olmadan sokağa bırakılması
mıdır?