90'lı yılların sonlarına
doğruydu...
Kuzenim misafirliğe gelen teyzemlere bir türlü rahat
vermiyor, ısrarla eve gitmeleri gerektiğini söylüyordu. Israrlar
bir süre sonra ağlamalara dönüştü. "Bebeğimin yemek
saati geçiyor, gitmezsek ölecek" diyordu
üzüntüyle.
Önce kendi hayal dünyasında oyuncak bebeğiyle kurduğu bir bağ
sandığım bu durumun aslını daha sonra anladım. Meğer
bir "sanal bebek" furyası almış başını
gitmiş.
Tamagotchi olarak bilinen bu elektronik
oyuncakların içinde çeşitli hayvanlar ve kız çocuklarına özel
bebekler bulunuyordu. Yemek saatinden oyun saatine, her şeyi
belirli olan bu bebekleri vaktinde beslemezseniz
ölüyorlardı.
Oysa bez bebekler ya da oyuncak bebeklerimiz öyle
miydi?
Kendi kurduğumuz hayal dünyamızda, bizim belirlediğimiz
zamanda, bizim istediğimiz şeyleri yaparlardı.
Bir sınırlarını tamamen bizim belirlediğimiz dünyada oyun
oynamanın özgürlüğünü, bir de kazara sanal bebeğini evde unutan bir
çocuğun "bebeğim ölecek" baskısıyla
yaşadığı ızdırabı düşünün.
Sanal dünyanın zihinlerimizde oluşturduğu dayatmacı paralel
evrenin ilk ve en belirgin örneklerinden birisidir bu benim
için.
Sonrasında geçen zamanda çok şey değişti. İnternet,
akıllı telefonlar, sanal gerçeklik gözlükleri, arttırılmış
gerçeklik teknolojileri...
Hep gerçeğe daha yakın olabilmek için ama bizi
gerçeklikten biraz daha koparan teknolojilerle
donatıldık.
SANAL OLANIN PEŞİNDEN KOŞMAK
2016 yılıydı...
Apartman girişinde karşılaştığım komşumuzla sohbet ederken
oğlunun ava gitmesinden dert yandı. Üniversite sınavına
hazırlanıyordu oğlu ve bu av merakı da nereden çıkmıştı!
"Ne avlıyorlar abla?" diye sorduğumda cevabı
beni epey şaşırttı. "Amaan ne biliyim, telefondan
bişeyler çıkıyormuş. Onu avlamaya
gidiyor."
Tahmin ettiğim şey mi acaba diye "Pokemon
mu?" dedim. "Evet, evet ondan. İki ekmek
almaya bakkala gönderemediğim çocuk şimdi sokaktan içeri
girmiyor" diye cevap verdi.
O dönem bir uygulamayla akıllı telefonlara
indirilen "Pokemon Go" oyunu tüm dünyayı
sarmış, bir çılgınlık halinde insanlar pokemon avlamak için
sokaklara dökülmüştü. Ama itiraf etmeliyim komşumun oğluna kadar
yaygınlaştığını tahmin edememiştim.
Bir insan selinin sokaklardan hızla aktığı, yüzlerce insanın
birlikte ama aslında yalnız başlarına, ellerindeki cep telefonundan
kafalarını kaldırmadan, orada ama adeta orada değilmiş gibi
davranarak sanal bir görüntüyü avlamaya çalıştıkları o anlar
unutulmazdı.
Bu da benim için sanal dünyanın sadece zihinlerimizi değil
bedenlerimizi de kuşatan bir yayılmacılıkla nasıl bir yalnız
insanlar ordusu oluşturduğunun en çarpıcı örneklerinden birisi
oldu.
Buna benzer onlarca örnek verebiliriz.
Bugün arkadaşlarıyla sosyalleşmesi için dil döküp sokağa
indiremediğiniz ya da bir büyüğünü ziyarete gitmek için ikna edip
dışarı çıkaramadığınız
gençlerin "gerçek" olmayan Pokemonları
avlamak için sokağa koştuğunu görmek ne düşündürüyor
size?
Kabul edelim ya da etmeyelim gelişen teknolojilerle
"gerçeklik" algıları yerle bir edilirken bundan en çok etkilenenler
gençler oluyor.
SANAL ÜZERİNE BİR KİMLİK İNŞA ETMEK
Kimliklerini, ilişkilerini ve iletişim biçimlerini gerçekte
olmayan, sadece zihinde tasarlanan bir dünya üzerine inşa eden
gençler, aidiyet bağlarını da yine bu sanal üzerinden kurar.
Çevresinde bulunan bir amcaya, ablaya, dedeye ya da teyzeye
öykünmek, tarihi bir kişilikten kendine rol model seçmek artık çok
gerilerde kalmıştır.
Kimliğini, takip ettiği sayfaların popüler hesapları
üzerinden oluştururken aidiyet duygusunu da rol model aldığı
popüler kişi/kişilerin "fun"ı (hayran) olarak tatmin etmektedir.
Aynı müzik türlerini dinleyen, aynı tarz giyinen, aynı şeyleri
yapmayı seven ve milyonlarca üyesi olan bir sanal cemaatin üyesi
olmak "biz" duygusunu sanal da olsa
karşılamaktadır onun için. Hatta öyle ki aralarında sadece
kendilerinin anlayabileceği terimlere, esprilere ve hareketlere
bile sahiptirler. Bu da
kendilerini "farklı" ve "özel" hissetmek
için yeterlidir.
Bu sanallık onu öylesine kuşatmıştır ki ne ailesiyle
birlikteyken ne de arkadaşlarıyla bir aradayken o dünyadan
kopamaz. Aynı odada bulunduğu hatta aynı koltukta yan
yana oturduğu ebeveyniyle arasında fiziksel bir mesafe olmamasına
rağmen zihinsel ve duygusal olarak uçurumlar vardır. Elindeki cep
telefonu sayesinde o bambaşka bir dünyada yaşamaya devam
eder. Bu arafta olma haliyle ne tam anlamıyla orada, ne de tam
anlamıyla buradadır.
Kimliğini sanal üzerinden inşa eden genç için, gerçek
hayatın içinde olmak bir türlü rahat edemediği bir yerde oturmak
gibidir. Sürekli huzursuzdur ve bir an önce kalkıp gitmek
ister.
Bugün ailesinden ve çevresinden giderek uzaklaşan,
günlük ilişki biçimlerine yabancılaşan bu gençler artık kendilerine
de yabancılaşmaya başlamıştır. Bu yabancılaşma derin
bir yalnızlığı da beraberinde getirir. Fakat onun zihninde sanal
olanla gerçek olan o kadar birbirine karışmıştır ki ne içinde
bulunduğu yalnızlığı kavrayabilir ne de kendine bile
yabancılaştığının idrakine varabilir.
SEYRETMENİN KONFORLU EDİLGENLİĞİ
İÇİNDE...
Görünme hastalığının bir tümör gibi ruhlarımızı
sardığı bu dünyadan gençler de nasibini fazlasıyla
almıştır.
Gelişen teknolojilerle birlikte yaratılan sanal
dünyada, olmak istediği kişi olabilmekte, görünmek istediği gibi
görünebilmektedir. Çünkü yeni çağın
mottosu "göründüğün kadar varsın"dır ve bir
genç elbetteki tüm varlığıyla "ben de
buradayım" demek ister.
Bir nevi sanal bir inziva alanı sunan ama bir o kadar
da "varlık ve yokluk" mücadelesinin
savaş alanı haline gelen sosyal medya mecraları bunun için biçilmiş
kaftandır. Bir yandan görünürlüğü sağlayarak bireye etkin olduğunu
hissettirirken diğer yandan seyretmenin edilgenliğini
yaşatır.
Saatlerce Youtube'da, Facebook'ta,
Instagram'da ya da diğer internet mecralarında
başkalarının kurgulanmış hayatlarını, yaptıklarını, anlattıklarını
izlemek insanları birbirinden uzaklaştırıp, gerçeklik duygusundan
koparır.
Bir konu hakkında sadece izleyerek sanal deneyimler
edinebilen gençler için gerçek dünyada karşılaşabileceği durumlar
üzerine emek harcamak elbette cazip gelmez. Kolay
yoldan etkileşim içinde olabileceği, üstelik risk almadan
yürütebileceği ve olasılıkları önceden hesaplanmış bu dünyanın
içinden çıkıp; yaşayarak öğreneceği, zaman harcarken efor
sarfedeceği, kafa yoracağı bir "gerçek"liğe kim geçmek
ister ki? Deneyerek öğrenebileceği her şeyin zaten
bir "simülasyonu" sunulmuştur ona. Dolayısıyla
ona göre sanal olan, gerçek
olandan çok daha korunaklı ve
zahmetsizdir.
FİLTRELENMİŞ HAYATLARDA KAYBOLAN GERÇEKLİK
ALGISI
Sanal dünyada yaratılan gerçeklik algısı hep en mükemmelin,
en idealin üzerine kurulduğu için sosyal paylaşım mecralarında en
güzel haliyle boy göstermek ister. Teknoloji de sağolsun, bunu
sonuna kadar destekler.
Artık fotoşop programlarıyla orası burası
düzeltilmiş bedenler, filtrelenmiş yüzler, efektlenmiş ortamlarla
karşı karşıyayız. Elimizin altındaki akıllı telefon
uygulamaları bize pürüzsüz bir hayat yansıtmak için tüm olanakları
sunmaktadır.
Filtrelerden geçirilmiş ve üzerinde oynanmış
bu “gerçeklik”, orjinal bir markanın orjinalinden daha
iyi duran “çakması” gibidir.
Kurguladığı bir kişiliğin yanında bir de tasarladığı
görselliğe sahip olmak sanal da olsa yeni bir “ben”e kavuşturur
bireyi. Doğrusu Yunus
Emre’nin “bir ben vardır bende benden
içeru” sözü hiç bu kadar yanlış
anlaşılmamıştı!
Eskiden bir ünlünün fotoğrafını alarak estetik uzmanlarının
yolunu tutan ve "beni buna benzet" diyen
gençler; bugün özel efektli selfi programlarında göründükleri gibi
olmak istiyor ve estetik cerrahlarına giderek "beni bu
fotoğraftaki bana benzet" diyorlar.
Bunun ne anlama geldiğinin farkında mıyız?
Başkalarının zihninde bir tasarım olarak var olmayı kendisi
olmaya tercih etmek de yetmiyor artık.
Kendilerini de kurguladıkları o tasarım gibi görmek isteyen
gençler, kendi kimlikleri kadar kendi bedenlerine de yabancılaşıyor
ve kendini kendinden bile yalnızlaştırıyor. Sabah
kalktığında aynada gördüğü filtresiz yüzü değil, sanal dünyada bir
estetik cerrah gibi üzerinde oynayıp paylaştığı ve yüzlerce "like"
alan o yüzü istiyor.
Sanal olanın büyüsü öyle kuşatıyor ki benliğini çevresi,
ailesi ve en sonunda kendi gerçekliğiyle de bağlarını
gevşetiyor.
Geleneğine, geçmişine, ailesine, çevresine,
mahallesine yabancı bir neslin artık kendi haline, hareketine,
duruşuna ve en nihayetinde yüzüne bile yabancılaşması ne ifade
ediyor size?
Bizde bir deyim vardır: "Kendiyle baş başa
kalmak"
Bu, insanın en yalnız olduğu, kendi kendine kaldığı zamandır. Kimi
zaman bir yüzleşme, kimi zaman kendini dinleme, kimi zaman bir
dinginliktir.
Bugün gençlerin içine çekildiği yalnızlığın boyutunu görmek için,
yaşadıkları yabancılaşmayı bu deyim üzerinden okumak
kafidir.
Kendiyle bile baş başa kalamayan bir gençliğin akın akın geldiğini
gördükçe insanın içinden "meğer ne güzel şeymiş
aslında insanın kendiyle baş başa kalabilmesi" demek
geçiyor.
(Bilim Kadın Dergisi "Yalnızlık" sayısından... "Yalnızlığın kaç GB?")