Sahi ben muhafazakar medyadan ne istiyorum?

Sahi ben muhafazakar medyadan ne istiyorum?

Levent Gültekin acikcenk@gmail.com

Benim gibi hepi topu 1.5 yıllık  geçmişi olan bir yazarın “Ben aslında ne diyorum” türü bir açıklamaya kalkışması biraz ayıp, farkındayım.

Fakat öyle tahammülsüz, öyle vicdansız, öyle nezaketten yoksun, öyle kadirşinaslıktan uzak, öyle paranoyak bir dönemden geçiyoruz ki hakkınızda oluşturulmaya çalışılan yargılara zamanında cevap vermediğiniz zaman, çamur üzerinize yapışıp kalıyor.

İşte bu nedenle “Ben ne yapıyorum,  derdim nedir?” konulu bir açıklamayla, iftira ve baskı niteliğindeki taarruzlar karşısında müdafaayı nefse yöneleceğim.

Aslında yazarlığa  nerede durduğumu göstermek için başlamıştım fakat kâr etmedi. Konuyu ayrıca ele almak gerekiyor.

Evet ‘ben ne istiyorum bu muhafazakar medyadan’? ‘Nedir benim mahallem ile alıp veremediğim’? ‘Niçin yazılarımın büyük kısmı hep onlarla alakalı?’ Yoksa ayrıldığım kurumlarla veyahut eski iş arkadaşlarımla bir hesaplaşma içerisinde miyim? Buna benzer sorular direkt bana gelmekle beraber  özellikle gazeteciler.com’un da sahibi olan İnternethaber yayın grubunun patronuna yoğun bir şekilde şikayetvari bir tonda iletiliyor.

O kadar sığ o kadar nezakette uzak bir tarzda yapıyorlar ki bilseniz şaşarsınız.

Öncelikle, böyle bir tavır takınanları ayıplıyorum.

Eğer yazdıklarımı ciddiye almayıp cevap verecek değerde görmüyorsanız niçin rahatsız oluyorsunuz? Yok yazdıklarım kıymetliyse, etkiliyse niçin eliniz kalem tuttuğu halde meseleyi patron vasıtasıyla halletmeye kalkışıyorsunuz?

Bunu  kendinize nasıl yakıştırıyorsunuz?

Yılda  288 gün yazı yazıp bunun 248 gününde Kılıçdaroğlu yazmaktan imtina etmeyenler, bu tür yazarlığı meşru hatta makbul sayan arkadaşlar benim muhafazakar medyaya değinmemi kabahat gibi göstermeye çalışıyorlar…

Biliyorsunuz, ben bir ‘medya sitesi’nde yazıyorum. Bu yüzden yazılarımın ana teması medya olmalı. Türkiye’de medya denince akla gelebilecek kurum sayısı belli. Öyle değil mi?

Eh konu medya olduğuna göre ‘yeni’ olsun ‘eski’ olsun fark etmiyor, bütün medyayı zaman zaman yorumluyor, tahlil ediyor, icabında eleştiriyorum.

Kabul, muhafazakar medyadaki arkadaşları eleştirirken daha bir sert yazdığımın da farkındayım.

Çünkü düzelmesini, dikkatli olmasını, klas işler çıkarmasını istediklerim, Türkiye’nin vicdanı olabileceğini düşündüklerim burada.

Fakat nedir eleştiriye bu denli tahammülsüzlük? Ne zaman bu kadar hoşgörüsüz bir hal aldı bu arkadaşlar, gerçekten şaşırıyorum?

Ben eli kalem tutanları eleştiriyorum öyle değil mi? İftira mı atıyorum? Hakaret mi ediyorum? Yalan mı yazıyorum? Kişisel sorunlardan, mahrem konulardan mı bahsediyorum?

Esasen, eleştirilerimle gazetecileri, bu ülkeye ‘kaliteli yayın’ yapmakla sorumlu olanları daha nitelikli bir çabaya davet ediyorum.

Bunun nesinden rahatsız oluyorlar?

Hâlâ bu mahalledeyim. Bu mahallenin sakinlerinin göğsünü kabartacak bir medya oluşturmanın hepimizin görevi olduğunu söylüyorum. Fakat bu görevi savsaklayıp, kişisel beklentilerle heba edenlere de yanlış yolda olduğunu söylüyorum.

Peki niye rahatsız oluyorlar?

Rahatsız olmakla kalmayıp benim ayrıldığım kurumlara karşı kişisel bir hesap güttüğüm iftirasını yayıyorlar.

Böyle bir düşüklüğün içine girebileceğime ihtimal verdiklerine inanamıyorum.

Eğer böyle gayri ahlaki stratejilere tenezzül etseydim, bu iddiayı dile getirenlerin şimdi milletin içine çıkacak yüzleri kalmazdı.

Hani derler ya biz 40 kişiyiz kırkımızda bir birimizi biliriz.

Yaklaşık 20 yıldır bu sektördeyim. Sokakta gazete dağıtarak başladığım mesleğin her kademesinde çalıştım.

Tekdüşüncem  ‘bize’ yakışan gazeteler, TV’ler kurmaktı. Bunları başarabileceğim zamanlarda çalıştım. İdealimin gerçekleşmeyeceğini gördüğüm zamanlarda da hiç çekinmeden istifa ettim.

Kendi kararımla, istifa ederek ayrıldığım kurumlarla niçin bir hesaplaşmaya girişeyim?

Sanırım arkadaşlar işledikleri ‘kabahatlerin’ farkındalar ve bunun hesabının sorulacağının paranoyası ile yaşıyorlar.  Eh korkunun ecele faydası yok. Değil mi?

27 yaşında, gazetedeki genel müdürlük görevimden hangi gerekçe, hangi endişeyle istifa ettiysem,  39 yaşında, medya grup başkanlığından aynı endişe ve gerekçeyle ayrıldım.

Daha öncede söylediğim gibi bu mesleğe geçim kaynağı olarak bakmadım, bakmıyorum. Tutkuyla iyi işler yapmayı bir vazife kabul ettim. Bu vazifeye ‘istismar’la, ‘ihanet’le, yaklaşanlarla, ‘kişisel kazanım’ olarak bakanlarla bulunduğum makamın verdiği kazanımlara bakmadan tez elden yolumu ayırdım.

Bugün ‘yeni medya’ açısından işlerin iyi gittiğini kim söyleyebilir? Tam 12 yıl önce Yeni Şafak yaklaşık 130 bin satıyordu. Şimdi ise Sabah hariç neredeyse ‘yeni medya’ denilen gazetelerin toplam tirajı ancak 120 bini buluyor.

Yok mu burada bir tuhaflık? Yok mu söylenecek bir söz?  İşini düzgün yapmayanlara, bu mahallenin göğsünü kabartacak işler çıkarmayanlara kimse bir şey demeyecek mi?  Hiç kimse “Kardeşim nasıl oluyor yönetimine geçtiğiniz gazetelerin tirajı eriyip gidiyor? Niçin yıllardır milyonlarca dolar sübvanse edilen bu kurumlar hâlâ bir varlık gösteremiyorlar? Niçin bu gidişe dur diyecek bir çaba içerisine girmiyorsunuz?..” demeyecek miyiz? Dediğimizde bu kişisel hesaplaşma mı oluyor?

Poltik olarak desteklediğiniz  AK Parti % 50 oy alıyorken ona destek veren gazeteler niçin satmıyor, TV'ler niçin izlenmiyor?
Yok mu burada bariz bir sorun? 

“Attığınız manşetler, yaptığınız haberler, yayınladığınız programlar parlak değil, bize yakışmıyor. Bu millet bu mahalle daha iyisine layık” diyemeyecek miyiz?

Yazılarınızda yaptığınız, kişisel çıkarlara dayalı ötekileştirmelere kimse ses çıkarmayacak mı?

Hak, vicdan, adalet, ahlak vurgusuyla çıktığınız yazarlık yolculuğunuzda zaman zaman gösterdiğiniz sapmaların işaret edilmesini niçin düşmanlık olarak algılıyorsunuz?

Nedir sizi bu kadar rahatsız eden asıl neden? Gerçekten bulamıyorum.

Yönettiğiniz ya da bünyesinde çalıştığınız gazeteleri, TV’leri kendiniz beğeniyor musunuz? Veyahut çevrenizde beğenen kimse gördünüz mü bugüne kadar? Bütün insanlar mı sizin muarızınız? Herkes mi size düşman? Herkes mi size karşı kişisel dava güdüyor?

Muhafazakar medyadaki arkadaşları eleştirirken hiçbir patrona göz falan kırpmıyorum. “Onları at, beni al. Bu işi ben daha iyi yaparım” kıvırtmalar, işmarlara gönül indirecek değilim. Kaldı ki bugüne dek kimseden hiç iş talep etmedim. Hala aynı noktadayım. Kimseden iş istemeye ihtiyacım yok. Çünkü medyayla bir işyeri-çalışan münasebeti kurmadım.

 ‘İyi iş’ çıkarmak isteyenin beni bulmasını daha makbul saydım.

Geldim 40 yaşıma, bugüne dek bir ekiple yapmaya çabaladığımı ‘şimdilik’ tek başıma yazılarımla yapmaya çalışıyorum.

Fakat görünen o ki eleştiriden münezzeh medya mensupları, ‘gemilerini yüzdürmek için’ benim tamamen susmamı ve köşeye çekilmemi istiyorlar.

Evet 40 yaşıma geldim ve artık emeklilik havasındayım.  Emekliliğimin tadını ise canımın istediği işleri yaparak ve düşüncelerimi istediğim yerde yazıp söyleyerek çıkarmaya çalışıyorum.

Bundan niçin rahatsız oluyorlar? Herkes onlar gibi kişisel hesapların,zengin olma tutkusunun,  rehini mi olmalı?

Muhafazakar medyadaki arkadaşların bir diğer iftira yöntemleri de, onların yaptıkları işleri eleştirenleri AK Parti muarızı gibi göstermeleri

Diyelim ki AK Parti’ye politik destek veren bir gazetenin manşetini mi eleştirdiniz. “Bu başlık böyle mi atılır?” dediniz… Veyahut “Kardeşim bu yalakalığa varan üslup kimseye fayda sağlamaz” dediniz… Bu eleştiriyi büyük bir ustalıkla kendi üzerlerinden atıp AK Parti’ye karşı yapılmış gibi gösteriyorlar.

Sanki biz onları değil de AK Parti’yi eleştiriyoruz.

Ve o kişiyi, her gittikleri ortamda büyük bir AK Parti düşmanı ilan ediyorlar.

Bundan kendi adıma rahatsız değilim. Bunu düzeltmek için bir çaba harcayanlardan da değilim.

Çünkü AK Parti’ye muarız olmasam da, hükümetten şahsi bir beklentim yok. Başbakan Erdoğan’ı kişisel velinimetim olarak görmüyorum. Yanlış iş yaptıklarında, bozuk bir cümle sarf ettiklerinde sadece üzülüyorum, yakıştıramıyorum, hayıflanıyorum. Güzel, şık iş çıkardıklarında ise göğsüm kabarıyor.

Ben, bazıları gibi elde ettikleri büyük imkanlar karşılığında AK Parti’ye destek sunanlardan değilim.

AK Parti’yi eleştirmek başka, ona politik destek vermek niyetiyle medyada yer tutanların yanlışlarını eleştirmek başka.

Bunu niçin yapıyorlar biliyor musunuz? Böyle yaparak eleştirilerin ‘patrona’ ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar. Türlü numaralarla üzerini örttükleri başarısızlıkların ortaya çıkmasından fena halde korkuyorlar.

Ama yanıldıkları bir husus var. Ben bu eleştirileri patronları okusun diye yapmıyorum. Samimiyetle, üzüldüğüm için, düzeltmek istediğim için yapıyorum.

‘Patron’un ‘benim yazılarıma bakarak’ alacağı tutum umurumda bile değil.

Bu arkadaşlara rahatsızlık veren bir diğer konu müstear isim kullanmam. Benim kim olduğumu bilmeyen mi kaldı? Sektörde bilmesi gereken herkes biliyor. Bugüne kadar ‘Cenk Açık sen misin?’ diye soran kimseye de ‘Hayır, ben değilim’ demedim. Bilmesi gerekenler bildiğine göre okur nezdinde benim adımın Cenk veyahut Çağatay veyahut Levent olmasının ne önemi var?

Umberto Eco, bir kitabında “İmzasız yıl” ilan etmeyi öneriyordu. Yani tüm yazılar, kitaplar bir yıl boyunca imzasız yayınlansın, yazana değil yazıya, söyleme değil, söylenene bakalım…

Kim olduğumun bilinmesinden rahatsız olacak değilim. Bundan korkuyor da değilim. Müstearı saklanmak için kullanmıyorum. Çünkü korsan, kirli, pespaye, hesaba dayalı yazılar yazmıyorum.

Yeri gelmişken yazarlık hayatıma ilişkin birkaç canımı sıkan meseleyi de sizinle paylaşmak istiyorum.

Olağanüstü hatasız yazılar yazdığımı iddia ediyor değilim. Hepimiz insanız. Zaman zaman hata yaparız. Bazı cümleler yazıya sızıverir sonra çok pişman oluruz. Burada önemli olan efendice, nazikçe, bu hataları düzeltmektir.

İşte şu kısacık yazarlık hayatımda canımı sıkan gittikçe de içimde büyüyen birkaç yazım oldu onları burada ele alıp muhataplarımdan bir af dileyeceğim.

Birincisi yazmaya başladığım ilk günlerde bir Ali Bulaç portresi yazdım. Bu portreyi yazarken daha sağlam olsun diye  Ali Bulaç ile  aramda geçen bir konuşmayı o portre denemesinde kullandım.

Sonra işlediğim bu ayıp içimde büyüdü de büyüdü. Beni fena halde rahatsız etti. Yaptığımın aslında çok ayıp bir iş olduğunu anladım ama bir türlü özür dileme imkanım olmadı.

Şimdi Ali Bulaç’tan huzurlarınızda özür diliyorum.

Bir diğeri ise yine yazarlığımın başlarında Mehmet Bekaroğlu portresi yazdım... Sonradan baktığımda ne kadar gereksiz, ne kadar anlamsız, ne kadar kırıcı bir portre çalışmasıydı. Mehmet Bekaroğlu ile karşılaştığımızda kendisinden özür diledim, tatlıya bağladık ama bunu sizin de bilmenizi isterim.

Bir diğer canımı sıkan mesele ise Ayşe Böhürler yazılarım.  Yine yazarlığımın ilk aylarında Ayşe Böhürler ile alakalı birkaç yazı yazdım. Daha sonra bu yazıları okuyunca gereksiz anlamsız bir öfkenin ürünü olduklarını gördüm.

Söylediklerimin doğruluğunu ikinci plana itecek denli öfkeli bir dil kullanmıştım. Bir kaç gün sonra Ayşe Böhürler’e mesaj atarak “Yazdıklarım doğru ama gereksiz bir öfke var. Kırdıysam özür dilerim” deyip  en kısa zamanda bunu yazacağımı da belirttim.

Gerçi Ayşe Böhürler hakkımda rastgele, mesnetsiz sözler söyledi ama ben kendi ayıbımla uğraşıyorum. Sonradan duydum ki Ayşe Hanım’a gönderdiğim bu özür mesajı ‘dostlarım’ arasında elden ele dolaşıyormuş.

Ne tuhaf bir dönemden geçiyoruz. Siz de farkında mısınız?

Kimse kusura bakmasın bu mahalle düzelinceye kadar bu tür eleştirilerime devam edeceğim.