Sağdaki gazeteciler ölümüne iktidar avukatlığına, soldakiler (eğer sol diye bir gazetecilik kaldıysa) canhıraş biçimde iktidar karşıtlığına soyununca.
Ortalık zombileşen gazetecilerle doldu.
Şöyle anlatayım:
Gazeteci ne zaman ölür? "Haber" öldüğü zaman.
Haberle gazeteci arasında organik bir bağ vardır.
Asıl olan "haber"dir.
Haber ölünce. Geriye gazetecilik yapıyormuş gibi görünen insanlar kalır.
Nasıl ki zombiler "yaşayan ölüler" olarak tanımlanır, tam öyle.
Yürürler, konuşurlar. Canlıya benzerler ancak, tıbben çürüyen bedenlerdir.
Türkiye medyası da işte öyle.
Bakıyorsun sağdan ve soldan gazeteleri doldurmuşlar, televizyonlarda gazetecilik yapıyor gibi görünüyorlar.
Sataşmalarla, sınırsız övgü ve sınırsız sövgülerle tamamlanan mesailer. Gazetecilik yapıyor gibiler, ama yaptıkları iş gazetecilik değil.
Köşe yazarlarını, muhabirleri buna dahil edebiliriz.
Ve elbette Gülben Ergen'i de zombileşen gazeteciliğin baş karakteri seçebiliriz.
Nihayetinde magazin de haberciliğin hortlamış hali değil mi?
Gülben Hanım kalkıp terör bölgesinde askerlerle röportaja gidiyor.
Kendisi gazeteci mi?
Ne gazetecisi! Bildiğin şarkıcı! Ama gazeteci gibi askerlerle konuşuyor, fotoğraf veriyor.
Merak ettim, askerlerle kol kola, terör bölgesinde sahil kenarı yürüyüşü pozlarını çeken de ekürisi Nihat Odabaşı olabilir mi?
Malum, fotoğrafçısı olmadan Hacca bile gitmez Gülben Hanım.
Gerçek gazeteciler köfteci açınca, durum Gülben Ergen kıvamına geliveriyor haliyle.
Bilen bilir.
Türk ordusuyla ilgili bir haber yapılması istendiğinde eskiden Ankara'nın en acar, en dengeli, en ağır gazetecileri muhatap alınırdı.
(Batı'da bu halâ böyle.)
Ankara gazeteciliğinin böyle bir kontenjanı olurdu. TSK düzeyinde itibar görecek kadar kallavi bir isim çalıştırırdı medya kuruluşları.
Şimdi Gülben Ergen'le, terörle mücadele bölgesi Nusaybin'e klip platosu muamelesi yapılıyor.
Bu Gülben Ergen, bu Sedat Ergin'in başına bela olacak, ben size söyleyeyim.
Siz zombileşen birileri karşınıza çıkınca korkmaz mısınız?
Ben her gazete elime alışta, tv haberine bakışta iliklerime kadar titriyorum korkumdan.
SÖZ TSK'DAN AÇILMIŞKEN...
Sevgili okurum Emre Y., e-postasında "Hulusi Akar'ın nikah şahitliğinin çok tepki topladığını" yazıp bir talepte bulunmuş:
"TSK-siyaset ilişkileri konusunda uzman bir akademisyen olarak, Genelkurmay Başkanlığı'nın Erdoğan'a biatı konusunda yorum ve yazılarınız çok değerli olacaktır."
Emre Bey, önce şunu belirteyim, "uzmanlık" da zamanımızın ölü kavramlarından biridir.
Dünkü doktora dersinde geçen bir alıntı vardı: "Herkesin her şeyi konuştuğu dünyada, konuşulan hiçbir şeyin anlamı kalmadı."
Şimdi. Baştan alırsak.
"8 şehit cenazesinin kaldırıldığı gün düğün mü yapılır?" sorusunu muhalif bir geyik muhabbeti sayıyorum.
Ortada düğün falan yok. Bir baba, kızını evlendiriyor. Ne çalgı var, ne de çengi.
Yok, "nikâh da kıyılmasın" diyorsanız, geriye kapalı kapılar ardında kıyılan dini nikâh kalır ki, bu da emin olun düğün sahibi için hiç sorun olmaz.
Genelkurmay Başkanının bir nikâh törenine katılmasında da sorun görmüyorum.
Cumhurbaşkanı, birlikte çalıştığı bürokratlarını kızının düğününe davet edebilir.
Bürokratlar da, TSK'nın son derece yavan açıklamasında olduğu gibi bu düğüne icabet edilebilir.
Bu konuda kafama takılan sadece iki şey var.
Birincisi, nikâh şahitliği işinin ailevi bir iş olduğudur. Görev, kız ve erkek tarafının yakınlarına düşer. Düşmelidir.
İkincisi ise, düğün evine eli boş gidilmeyeceğidir. Ki. Benim merakım da, Genelkurmay Başkanının takı olarak ne takmış olabileceğidir.
Diyeceğim o ki Emre Bey, size göre her şey yolunda da bir Genelkurmay Başkanın durumu mu değil?
BEŞİKTAŞ'IN ŞAMPİYONLUĞUNDAKİ PAYIM
Siz ne kadar ciddiye almazsanız almayın, Beşiktaş'ın şampiyonluğunda benim de payım var.
Şenol Güneş'in iletişim tarzıyla ilgili yazdığım yazıların etkisi var.
Sezon başını hatırlayın.
Güneş, sağa sola laf sallayan, durmadan içinde bulunduğu koşullardan şikayet eden, işine yoğunlaşmayan bir adamdı.
18 Haziran 2015'de. Güneş için, "Pek çok spor adamının olmak istediği yerdesin" demiş ve şunları sıralamıştım;
"Bir, artık sızlanmayı bırak, Beşiktaş'a odaklan.
İki, artık kendine acımayı bırak, şampiyon olmanın gereklerini hazırla.
Üç, artık futbol dünyasındaki yanlışlardan şikâyet etmeyi kes, o dünyadan milyonlarca lira kazanıyorsun.
Dört, artık sana yapılan haksızlıkları anlatmayı bırak, işine bak.
Beş, artık geçmişi bırak, geleceğe kafayı tak, bu kez bahanen yok.
Ve altı, sen Türkiye'yi dünya futbolunun ilk üçüne çıkarmayı başardığın zaman da yanlış iletişimden kaybetmiştin. Bu kez ağzından çıkana dikkat et."
Bu yazı internethaber.com'da yayınlanınca epey ses getirmiş, Şenol Güneş sinirden küplere binmişti.
Sonuç?
Ortada. İletişiminde daha profesyonel davrandı ve süreç Beşiktaş'ın şampiyonluğunu getirdi.
Darısı Fenerbahçe'nin başına. Ağzınızdan çıkan lafa dikkat etmedikçe, isterseniz trilyonlar dökün sahaya, olmaz.
GÜLDÜRMESİN İNSANI
Fatih Terim yine girmiş havalara.
"Ben Galatasaray'ın yaşayan efsanelerinden biriyim" demiş.
Bir kere, efsane dediğin kişi, kendine "ben efsaneyim" demeyen kişidir. Nokta.
KARAKTER TAHLİLİ
Daha ilk tümsekte, yol arkadaşınızı yarı yolda bırakırsanız.
İlk zorlukta, "Sen de şucusun, bucusun" derseniz.
Birlikte yürüdüğünüz, amaç birliği yapıp el sıkıştığınız kişiyi ilk krizde terk ederseniz.
Size kim güvenir? Sizi kim lider seçer?
Koray Aydın'a not.
AKLIMDA KALAN
Meral Akşener'in hatası: Yapılamayan kurultayın yapılamayacağını bile bile delegelerle buluşmaya gitmesi doğruydu Meral Akşener'in. Ancak. Orada eşiyle yaptığı konuşmanın medyaya düşmesi sonrasında, Koray Aydın'ın suçlamaları karşısında çıkıp kamuoyu önünde cevap vermeliydi. O cevap vermedikçe, karşısındaki grup kendilerinin kazandığını düşünmeye başlar. Delegelerin de kafası karışır. Kim bilir belki de Akşener, "siyaset uzun soluklu bir iştir" sözünün peşinden gidiyordur. Belki de "halka gitmek en doğrusudur" diyor olabilir. Zaman gösterecek.