Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu geçen hafta Mehmet Ali
Birand’ın 32. Gün programındaydı. Program, medyada Ahmet
Davutoğlu’nun ‘gerekirse Suriye ile savaşırız’
cümlesiyle yer buldu.
Programı baştan sona izledim. Birand’ın sorularından şikayet
edecek değilim. Sorulması gereken birçok soruyu sordu. Mesleğin
duayeni olarak kabul edilen birine gazetecilik dersi verecek de
değilim. Fakat o programda ben de olsaydım, hangi soruları mutlaka
sorardım diyerek bir derleme yaptım.
Derlediğim bu soruları bugün sizinle paylaşacağım.
Fakat sorulara geçmeden önce dikkat ettiğim bir durumun altını
çizmek istiyorum.
Irak'ın işgali döneminde kahramanca iş çıkaran, ülkenin
kirli bir savaşa müdahil olmasına iktidarın tüm kararlılığına
rağmen muhalefet eden muhafazakar köşe yazarları, Suriye
meselesinde aynı hassasiyeti nedense göstermiyor.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu kırk kere düşünüp bir kere
konuşması gereken bir konuda, yani Suriye ile
savaş konusunda çok rahat demeç verdiğinde bile, bu çıkış
neredeyse görmezden geliniyor.
Ali Bulaç, Ahmet Taşgetiren, Akif Emre gibi mahallenin
birkaç yazarı dışında herkes bu tür çıkışlara ilgisini kaybetmiş
durumda. Ne tür bir hesap var, doğrusu anlamıyorum. Sanırım
bu arkadaşlarda bizde olmayan çok önemli bilgiler var , bu nedenle
seslerini çıkarmıyorlar. Yoksa bu suskunluk nasıl izah
edilebilir?
Neyse, bu mesele daha çok su kaldırır.
Gelelim benim derlediğim sorulara.
Eğer Ahmet Davutoğlu’na soru soran gazeteci ben olsaydım,
şunları sorardım:
Halka zulüm eden ülkelere ilke adına savaş açacak duruma
geldiysek, bu tip sorunları çözmede savaş gücümüz varsa, öncelikle
Filistinlileri açlığa, sefalete, insanlık dışı yaşam şartlarına
mahkum eden; ülkelerini işgal eden ve yaklaşık yarım asırdır
binlerce insanı öldüren, sonunda da 9 Türk vatandaşını katleden
İsrail’e savaş açmamız gerekmez mi? diye sorardım.
Beşşar Esad’ın reform yapmadığını, 'halkına zulm
ettiğini' söyleyerek 'dayağı hak
ettiğini' ileri sürüyorsunuz. Peki reform yapmak bu kadar
kolay mı? Kolaysa 10 yıllık AK Parti iktidarı hala neden en azından
şu başörtüsü yasağını yasayla kaldıramadı? diye sorardım.
Türkiye’nin son 20 yılı ortada. AK Parti hükümetinin
‘derin devlet’ ile mücadelesini hepimiz biliyoruz.
AK Parti’nin bunca yıldır bu mücadelede ne kadar mesafe aldığı
ortada.
Peki Türkiye bu kadar yavaş yol alabiliyorken, Beşşar Esad’dan
birkaç ayda sonuç almasını beklemeye hakkımız var mı? diye de
sorardım.
Kendi içimizde meselelerini silahla çözmeye kalkanlara şahin
olurken, dış ülkelerde meselelerini silahla çözmek isteyenlere
yönetimin güvercin olmasını istemek ilkeli bir tutum mu? diye
sorardım.
Beşşar Esad, “Türkiye’den gelen arkadaşlar bize ‘Obama
şunu istiyor, Obama buna kızıyor, Obama şöyle söylüyor’ gibi
cümleler ediyorlar. Halbuki burada ABD büyükelçisi var zaten,
bu cümleleri onlar da ediyorlar. Türk kardeşlerimizden aynı
cümleleri duymak bizi üzüyor" demiş. Böyle bir suçlamaya
muhatap olmak nasıl bir duygu? Nedir bu gayretkeşliğin sebebi ?
diye sorardım.
Bugüne kadar Arap ülkelerinde yönetimler batı ile
‘kişiliksiz’ bir ilişki içindeydiler. Görünen
o ki ‘Arap baharı’
sonrası batılı değerler karşısında kendi dinamizmini
koruyan halk da bu 'kişiliksiz' ilişkinin
parçası haline getirilecek. Bu entegrasyonda yıllarını
‘İslam medeniyeti için harcayan’ Davutoğlu’nun
adının aracı olarak geçmesi sizi rahatsız etmiyor mu? diye
sorardım.
Türkiye Arap halkları nezdinde belirgin bir sempatiyi ilk olarak
Arapların nefret ettikleri Sadam’ın dış güçler tarafından
dövülmesine karşı çıktığı, o işe ortak olmadığı zaman, yani 1 Mart
tezkeresini reddederek kazandı. Bugün bu krediyi başka bir Arap
ülkesinin liderini dövmek için kullanmak biraz ayıp kaçmaz mı? diye
sorardım
Ama hepsinden önemlisi, eğer o gece 32. Gün programında
olsaydım, bugüne kadar hep ‘sakin güç’ olarak
tanımlanan, her zaman ağırbaşlılığıyla dikkat çeken Ahmet
Davutoğlu'nun siyasette nasıl bir dönüşüm geçirerek bu, pek
çoklarına 'kabadayı' tarzını çağrıştıran yeni
üsluba nasıl ulaştığını ve ne oldu o ‘sakin
güç’e? diye sorardım.
Sorularımı elbette daha da çoğaltabilirim. Bu soruları
sadece ben sormuyorum. Pek çok çevrede en çok sorulan sorular
bunlar. Ben bu tür soruların orta yerde dolaşıyor olması Ahmet
Davutoğlu açısından büyük bir talihsizlik olarak görüyorum.
Sanırım birçok kişi gibi Davutoğlu da bu sorulara “ reel
siyaset böyle gerektiriyor” diye cevap verebilir.
Siyasette ‘reel siyaset’, ticarette
‘reel ticaret’, insan ilişkilerinde
‘reel ahlak.’ Demek ki bugüne kadar
savunduğumuz değerlerin hiçbiri 'reel' ile
bağdaşmıyordu, öyle mi?
Peki biz onlarca yıldır bu toplumu niye ‘uygulanamayacak
değerlere’ uymaya davet ettik ki? Haksız mıyım?