Geçtiğimiz günlerde Milliyet'in yeni patronlarından biri olan Ali Karacan'ın röportajını okudum.
Karacan, geçmişini anlatırken, kendisine biçtiği ilginç misyondan bahsetmiş. Bakın ne diyor Milliyet'in yeni patronu: “Misyonumuz Atatürk'ün istediği gibi Türkiye'nin Batı dünyasına entegrasyonunu yapmak.”
Büyük bir hedef, değil mi?
"Peki bu misyonu gerçekleştirmek için bunca yıldır ne yaptınız?" diye sorduğunuzda bu beyefendi hangi örnek icraatı öne sürüyor, biliyor musunuz? Playboy'u Türkiye'ye getirmek ve Fashion TV'yi kurmak! Fashion TV, bileceksiniz, İlhan Selçuk'un telefon dinlemelerine takılan konuşmalarında "gönül eğlendirmek" için izlediğini söylediği moda kanalı.
Bir, misyonun büyüklüğüne bakıyorsunuz, bir de bu amaçla yapılan işlerin düzeyine, içeriğine bakıyorsunuz, ortada tuhaf bir durum var, değil mi?
Ali Karacan'ın misyonunu ve icraatını düşünedurayım, birkaç gün önce ilginç bir haber okudum.
Milliyet'i satın alan Ali Karacan'ın sahibi olduğu medya grubuna ait bazı değerler hacizden dolayı 20 Mayıs'da icradan satışa çıkarılacakmış.
Nasıl, ilginç bir haber değil mi?
Bir taraftan Milliyet'i satın alıyor, diğer taratan elindekileri koruyamıyor, radyoları ve markaları hacizle satılıyor.
Siz de benim gibi o büyük misyonla bu tablo arasındaki uçuruma hayret ediyor olmalısınız.
Muhafazakar Medyanın ilginç serüveni
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun 'statükonun Allah'ı Ankara'da' sözünün tartışılma biçimine bakınca gerçekten şaşırıyorum.
Yıllarca Vakit gazetesine benzememek için çaba sarf eden, hatta 'İslamcı' olduklarının anlaşılmaması için ciddi uğraşlar veren muhafazakar medya, gittikçe tuhaf bir hal alıyor. Vakit'i bile aratacak bir düzeye doğru hızla iniyorlar.
Bugüne dek Vakit gibi olmamaya çabalayan ve Vakit'in yarattığı itibar kaybından kendilerini korumaya çalışanlar, bu çabadan vazgeçtiler.
Nasıl başardılar bilmiyorum ama 'Statükonun Allah'ı' tabirinden Allah'a şirk koşulduğu gibi zorlama bir yorum çıkardılar. Doğrusu şaşılacak bir durum
Bu meselenin tartışılma biçimi bana ilginç bir hikayeyi hatırlattı. Bu hikayeyi sizinle paylaşmak istiyorum.
İki arkadaş güneşin alnında tarlada yürüyorlarmış. Biraz ilerlemişler, bir de bakmışlar karşılarında biri güneşin altında namaz kılıyor. Bu özverili tabloyu gören iki arkadaş başlamışlar bu kişi hakkında konuşmaya.
Biri başlamış: 'Görüyor musun, adam nasıl da huşu içinde namaz kılıyor?'
Diğeri cevap vermiş: 'Evet baksana, giyimi kuşamı da namazıyla ne kadar uyumlu, değil mi?'
Hem konuşup hem de tam adamın yanından geçmek üzerelerken, diğeri devam etmiş: 'Yav ne büyük samimiyet, baksana, bu sıcakta hem çalışıyor, hem de ibadetini aksatmıyor.'
Kendisi hakkında konuşulduğunu duyan namaz kılan kişi, yanından geçenlerin duyacağı şekilde seslenmiş: 'Üstelik oruçluyum da.'
Ne mi demek istedim bu hikayeyle? Biraz düşünün, ne dediğimi bulacaksınız.
Almanya bizden daha mı vicdanlı?
Usame Bin Ladin'in ölümüne yorum isteyen gazetecilerin sorusu üzerine Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Ladin'in ölümünü 'çok mutluyum' diyerek karşılamıştı.
Bir önceki yazımda Cumhurbaşkanı'nın bu açıklamasını çok yadırgadığımı belirttim.
'Mutlu olmak için niçin bu tür ölümlere ihtiyacımız olur ki?' diye de sordum.
Doğrusu, dikkat ettim, medyada benden başka Gül'ün bu açıklamasını eleştiren pek olmadı. Yoksa bende mi bir tuhaflık var diye düşünmeye başlamıştım ki Almanya'dan bir ses geldi.
Almanya başbakanı Angela Merkel de benzer bir açıklama yapmış. Ladin'in öldürülmesini 'çok mutlu' oldum diyerek yorumlamış.
Merkel'in bu açıklamasına önce medyada, sonra bütün ülkede büyük itirazlar geldi. Hem de 'Ölen terörist bile olsa, bir insanın ölümünden mutlu olmak bize yakışır mı?' diye
Görüyor musunuz, Almanya'nın bile kendine yakıştıramadığını biz sessiz sedasız kendimize yakıştırdık. Sizce de ortada kendi adımıza acıklı bir tablo yok mu?
Alman medyası kadarda mı vicdanımız kalmadı?
MHP kasetlerinin hatırlattıkları
MHP'yle alakalı peş peşe ortalığa dökülen kasetler aklıma ilginç sorular getirdi.
Beyefendi, kibar, müşfik ve başkalarının ayıbını örtmekle mükellef müslümanların bu tip pespayeliklere kıymet vermeyeceklerini hesaba katarak soruyorum:
Bu kasetlerde adı geçenler mi daha gayri ahlaki bir tutum sergiliyorlar, yoksa bu kasetleri diline dolayıp, bu pespayeliği haber yapanlar mı? Sizce hangisi daha düşük?
Diğer taraftan, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin bu ucuz işlerin arkasındaki isim olarak Fetullah Gülen'i işaret etmesi Fetullah Gülen hoca efendi açısından acı bir durum.
Eğer Fetullah Gülen hoca efendinin yerinde olsaydım, bu suçlamadan, şüpheden derin bir ısdırap duyardım.
Çünkü 'ömrünü Müslümanlığın yaygınlaşmasına adamış' birinin hakkında böyle bir şüphe duyulması o kişiye büyük bir acı vermeli.
'Ben ne yaptım da insanları benim hakkımda yanlış düşünmeye sevk ettim?' diye kendini sorgulamalı.
Gerek dostlarının, gerekse onu öldürmek için can atan muarızlarının Peygamber efendimize verdikleri ortak isim neydi biliyor musunuz? Emin. Yani herkes Peygamber efendimizden bir kötülük gelmeyeceği ve adil olacağı konusunda hemfikirdir, emindi. Bu nedenle Hz. Muhammed'e Muhammedül Emin denirdi.
İşte buradan bakınca MHP liderinin yaptığı suçlamanın doğru veyahut yanlış olmasına değil, böyle bir ihtimalin gündeme gelebilmesine üzülmek gerektiğini düşünüyorum.
Yılmaz Özdil'in başucu kitabını duydunuz mu?
Yılmaz Özdil katıldığı bir TV Programında 'Kuran-ı
Kerim'in kendisinin başucu kitabı olduğunu' açıklamış. Bu
tür açıklamalardan rahatsız olanlardan değilim. Hatta 'vay Kuran'ı
okumuşsun ama anlamamışsın' diyecek olanların da başka tür
bir pazarlamacılığın içinde olduklarının
farkındayım.
Bir kesimin kendilerini 'biz sizden daha dindarız'
diyerek birilerine caka satmasının tuhaflığının da görüyorum.
Ama ilk duyduğumda bende pozitif etki bırakan bu haber, beraberinde
ilginç soruları da getirdi.
Yılmaz Özdil yaptığı açıklamada 'Kuran-ı Kerim'in Türkçe mealini başucundan eksik etmediğini' belirtip Kuran'ı sık sık okumasının nedeni olarak da 'din bezirganlarını tanımak' olduğunu söylüyor.
Bu açıklamadan anlıyoruz ki Yılmaz Özdil'in veriyor göründüğü mücadele aslında Müslümanlıkla ya da onun getirdiği toplumsal değerlerle değil, dini kullananlarla. Öyle değil mi?
Peki benim anlamadığım, niçin Yılmaz Özdil gibileri aslında neyle mücadele ettikleri konusunda sarih bir tutum ortaya koyamıyorlar.
Yani Yılmaz Özdil'in yazılarına baktığınızda 'evet, bu arkadaşın asıl derdi Müslümanlıkla değil, bu dini kullananlarla' diyebiliyor muyuz?
Doğrusu ben diyemiyorum. Yılmaz Özdil ve benzerleri bu sorunun cevabını samimiyetle, içtenlikle aramalılar. Eğer Yılmaz Özdil'in derdi bu toplumun değerleri değil, onun istismar edenlerle ise, tez elden tekerleme yazmaktan vazgeçip adamakıllı bir yol bulmalı. Bulmalı ki asıl maksadı herkesçe net bir biçimde anaşılsın.
Haksız mıyım?
Gördüğünüz gibi bugün birçok konuya temas ettim. Aklıma takılan bütün soruları sizinle paylaştım.
Biliyorum birçok arkadaş 'Yine hem nalına, hem de mıhına vurduğumu' ileri sürecek.
Doğrusu yazarlığı nalbantlık olarak görenler böyle yapabilirler. Benim derdim başka.