Ortalık toz duman. Medya mahallesinde ilginç bir kargaşa yaşanıyor. Neredeyse panik havası hakim.
Bir "tasfiye" muhabbetidir almış başını gidiyor. Benim asıl merak ettiğim gazeteciler mi tasfiye oluyor, yoksa bütün halinde medya mı?
Çünkü ortalıkta adam gibi ne bir gazete, ne bir TV kalıyor. Eskiler "Yeni Türkiye’ye ayak uyduramadıkları" için birer birer dökülüyor. Eski alışkanlıkları ‘namuslu’ gazetecilik yapmalarına müsaade etmiyor.
Eskiden ekonomik güç kazanmak için bazı mevzi zararlar göze alınıyordu. Artık ekonomik güç kazanmalarının önünde engeller olduğu için, basındaki zararlar can yakmaya başladı. Ticari hamle kabiliyetleri de olmadığından, patronlar teker teker sektörden çıkmayı kurtuluş olarak görüyorlar.
Peki ya yenileri? Onların durumu çok mu parlak?
Gerçekten bu soruya gönülden “evet” diyecek kimse var
mı?
Böyle giderse medyada yabancı patron hegemonyası
başlayacak.
Bakın Murdoch’un FOX’uyla ilgili herhangi bir spekülasyon var mı?
"Tasfiye" sürecinde benim tuhaf bulduğum şeyler şunlar:
Eğer hükümet baskısı sonucu bir tasfiye varsa, niçin en ulusalcı, utangaç muhalif Mehmet Emin Kara Mehmet’in medyasında bir şeyler olmuyor. Üstelik adam son 1 ay içerisinde memleketin neredeyse yarısının elektiriğinin dağıtım işini aldı.
Sonra aklıma geliyor: Yoksa Karamehmet medya grubunda maaşları ödemeyerek bir tür toplu tasfiye mi yapıyor?
Diğer bir tuhaf durum şu: Medya patronları neden dükkanlarında suç unsuru sayılabilecek birşeyler bulunduran esnaf gibi hareket ediyor?
Birileri durumdan vazife çıkarıp hükümetin, varsaydıkları baskısından kurtulmak için bazı gazetecilerin işine son veriyorsa, vitrindeki göze batan ürünleri kaldırıyorsa burada suçlu hükümet mi? Yoksa yaptıkları işin düzgün olduğuna kendisi de güvenmeyen medya patronları mı?
Anlaşılan o ki medya patronlarımız bugüne kadar işlerini kanuni olmayan yollardan yürüttüler, şimdi geçmişteki açıklarının başlarına bir bela açmaması için dükkanda polisin dikkatini çekecek malzemeleri birer birer dışarı atıyorlar.
Bekir Coşkun’un gidişinin neyle irtibatlı olduğu muamma. Gazetenin yayın yönetmeni Fatih Altaylı’nın tavrına bakılırsa neden hükümet baskısı.
Doğrusu Fatih Altaylı’nın tavrına çok şaşırdım. Bunca yıllık yönetici nasıl böyle acemice davranır?
Eğer hükümetin baskısı sonucunda yazarını gönderip koltuğunu korumak istiyorsan, bunu belli etmeyeceksin"Baskıya dayanamadım, yenildim" havası verirsen sonra kendi koltuğunu nasıl koruyacak, o koltukta nasıl iş yapacaksın?
Doğrusu Altaylı beni çok şaşırttı, çok.
Medyada tasfiye tabii ki olabilir. Nitekim ben "olmalı" diyenlerdenim. Öyle ki, keşke, mümkün olsa da, bütün köşe yazarları tasfiye edilse. Dünyada salt ahkam keserek, havanda su döverek bu kadar para kazanan tek sektör Türkiye'deki köşe yazarlığı sektörü. Vatandaşın kahvehanede daha iyisini zevkine yaptığı işi, köşe yazarlarımız büyük paralarla yapıyorlar. Onu da bari ‘namuslu’ yapsalar...
Vakit’in manşetindeki tuhaflık
Vakit gazetesi PKK lideri Karayılan’ın İsrail medyasına verdiği röportajı manşet yapmış. Fakat epeyce çarpıtarak.
PKK lideri Karayılan’ın İsrail medyasına verdiği röportajı ben de Haaretz gazetesinden baştan sona kadar okudum. Röportajın içeriği şöyle özetlenebilir. Karayılan röportaj boyunca İsrailli gazeteciye ‘Türkiye’nin ne kadar acımasız olduğunu, Kürt ve Yahudi milletlerinin çektikleri acı açısından ortak bir geçmişe sahip olduklarını ve Başbakan Erdoğan’ın bütün yaptıklarına rağmen neden İsrail'in onunla dostluğunu hala bitirmediğini anlamadığını’ anlatıyor.
İsrailli gazetecinin PKK liderinin bu sözlerine bir yorumu yok. Adam etrafı tasvir etmekten, sadede de bir türlü gelemiyor.
Röportajın içeriği böyleyken, Vakit nasıl bir manşet attı dersiniz? "PKK-İsrail ittifakı belgelendi". Vakit’e göre biz bu röportajdan "Tamamdır. İşte İsrail ile PKK’nın ortaklığı" diyebilirmişiz.
PKK lideri röportajı bir İsrail TV’sine vermiş. Ben ise deşifresini Haaretz gazetesinden okudum. Bir ittifak belgesi filan da görmüş değilim. Sadece Vakit’in başlığını görünce "pes" dedim.
Peki ben İsrail’in avukatı mıyım? Değilim. Ama bildiğim bir şey var, o da hangi işi yaparsak yapalım ‘namuslu’ olmak zorunda olduğumuz.
Haluk Bilginer içime su serpti.
Haluk Bilginer’in ‘yavşak’ çıkışı içime su serpti.
Günümüzün genel geçer kuralının "yavşaklık" olduğu bir dönemde birinin çıkıp bu gidişe isyan etmesi beni ziyadesiyle mutlu etti.
Sanat alemindekileri öğrendik, peki medyadaki yavşaklar ne olacak? Kimse buradaki yavşakları, yavşaklıkları yazmayacak mı?
Umutluyum, bekliyorum.
Bir ‘deli’ çıkacak ve medyadaki kirli, karaktersiz, "para gelsin de anamı da satarım"a dayalı ilişkileri, "o da olur bu da olur"culuğu tek ilke haline getirenleri, yandaşlık yaparken de, muhaliflik yaparken de iki yüzlülüğü, karaktersizliği elden bırakmayanları anlatacaktır.
Bugünlerin en belirgin özelliği, kimsesini içinden geçeni, aklında olanı, asıl söylemek istediğini yazmaması. Herkes bir bastırma, yutkunma, içindekini tutma gayretinde. En kabadayısı sadece bulunduğu irtifayı korumaya çalışıyor.
Eh, bekliyoruz, biri çıkacak elbet. Biri çıkacak ve bu yapmacıklı mahallenin fiyakasını bozacak.