Sen iddialı yazarsan, “yazmıyorum” deme lüksün olmuyor. Sanki referandum süreci benden sorulurmuş gibi herkes sonuçlar hakkında fikrimi soruyor.
Sanırım, bazı şeyleri önceden gören birini bulunca (Yakup Murat’ın hakkımdaki Kassandra benzetmesini hatırlarsak), sonrasında ne düşündüğümü merak ediyor olmalılar.
Ne önemi varsa…
Madem öyle. Madem yeni bir Türkiye’ye uyandık önce bir “ben demedim mi” yapmalıyım.
Buna hakkım var.
Son yazımdaki imayı hatırlıyorsunuz değil mi, “Yüzde 50 civarı çıkarsa ne olacak düşündünüz mü” sorusunu. Bunu tahmin etmek zor değil,
Adil Gür dışında herkes böyle bir sonuç bekliyordu zaten.
Hoş, yakın çevremle “neden yüzde 51- 52 arasında çıkacağını” net ve somut şekilde paylaşmıştım. O çevreye bu satırları da okuyan yüzlerce öğrencim de dahil.
Bu da önemsiz.
Adil Gür konusuna gelince. Kaç kez ama kaç kez “Bu adam televizyonda yaşamak, politik analizler yapmak yerine işine odaklansa” türü yazılar yazdığıma devamlı okurlar tanıktır.
Onu da geçelim.
Bu referandumda araştırma şirketlerini ciddiye almamak gerektiğini Trump örneği üzerinden yazdım.
Diyeceksiniz ki “Konda, Gezici şirketleri bildi.”
Hayır efendim, onlar da bir öncekinde devasa çuvallamışlardı. Sadece bu kez öyle denk geldi.
Konda’nın Bekir Ağardır’ı mesela, sandıklar açıldığında NTV’de, “Bu iş yüzde 55 civarında biter görünüyor” demişti. N’oldu?
Neyse. Esas konumuza gelelim.
“Postmodern dünya” okumaları yapan biri olarak, bu sonuçtan ağır dram ya da büyük keyif çıkaranlardan değilim.
Madem sistemi değiştirdik, yenisinde neler olsun, neler olmasın ona bakalım;
Bir, Devlet Bahçeli’siz bir siyaset/MHP olsun. Ki MHP tabanı da aynen böyle dedi.
İki, Melih Gökçek’siz bir Ankara olsun. Sanırım Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu mesajı aldı.
Üç, aynı görüşte olmayanların güçlüleri, diğerlerinin alnına etiketler yapıştırıp başlarına iş getirmesin.
Dört, CHP işi gücü bırakıp tüm teşkilâtına “Erdoğan’la başa çıkma” eğitimleri versin. Görülen o ki “evet”ler tek başına Erdoğan’ın hanesine yazılmalı.
Beş, CHP siyasi başarı istiyorsa Halk Tv’den umudu kessin. Orası emekliler kıraathanesi olarak işlev görebilir.
Altı, “medya da medya” diye çığırtkanlığın yapılmadığı kampanyalar olsun. Referandum öncesinde Deutche Welle’ye verdiğim demeçteki gibi, “medyayı abartmamak lazım”dı.
Yedi, referandumlar “Survivor” gibi olsun, taraflar kendilerini temsil edecek ekipler seçsin o ekipler yarıştırılsın. O ekipte Kılıçdaroğlu olmasın.
Sekiz, medya Ali Ağaoğlu gibi hödüklüğün rol modellerine yer vermesin. Veriyorsa, yanında mide bulantısına karşı hap dağıtsın.
Dokuz, Ahmet Hakan’ın ya köşesi küçülsün ya da televizyonda görülme süresi azalsın. İkisi birden kıskandırıcı verimlilikte olmuyor.
On, Köşe yazarları ya televizyonda görünsün ya da sadece gazetede yazsın. İkisi birden azap oluyor.
Onbir, annem iyileşmese de daha çok gülsün, çünkü gülmek ona çok yakışıyor ve tüm uğraşlarımız içerisinde en önem verdiğimiz onu güldürmek için çalışmak oluyor.
BU NOT TSK’YA…
Önceki yazımda bir sorum TSK’ya idi: “Sizin hiç oğlunuz öldü mü komutanım?”
Bir sorum da RTÜK’eydi: “Bu şehit acılarını deşen dizilere bir uyarı şık olmaz mı?”
RTÜK’ten ses geldi, dikkate alacaklarını ifade ettiler, TSK’dan gelmedi.
Ancak.
Öğrendim ki, peşi sıra dizilen asker dizileri için TSK sadece mekân ve teçhizat desteği veriyormuş.
Algısal içeriğe ise emekli subaylar müdahilmiş.
“Şimdi anladım” dedim, “Emekli subay dediğin her şey hakkında fikri olan kişidir.”
GÜLÜMSEDİĞİM BİR SÖZ VE BİR FOTOĞRAF
Saadet Işıl Aksoy küçükken “Atatürk beni tanısa sever miydi?” diye düşünürmüş.
Hoşuma gitti, çünkü benim genç kızlığım, Atatürk’e aşık olan ve O’nun yanında bulunan kadınları kıskanmakla geçmişti.
Fikriye’ye Atatürk aşkından öldüğü için imrenmiştim, ki çalışma masamın arkasında fotoğrafı durur.
Urla’da da işadamı Firuz Özçekici, Atatürk’le kahve içme hayalini gerçekleştirmek için O’nun kahve içer halini silikon heykele dönüştürmüş.
Gazetedeki fotoğrafta karşılıklı kahve içiyorlardı.
ÜSLUP
Üslup önemlidir. Ne vakit? Bir sonuç almayı hedeflediğin vakit.
Konferanslarımda olabildiğince keskin ve sert üslup kullandığıma dikkat eden Cengiz Bey, geçtiğimiz cumartesi Başkent Üniversitesi’ndeki konferansım sonrası bu konuya dikkatimi çekti.
İlber Ortaylı, Canan Karatay örneği verdi. “Bilimsel yetkinliği olanların üslubu da keskin oluyor” demeye getirdi.
Kendisine “Aşk olsun Cengiz Bey ben o kadar yaşlı değilim” dedim ve ekledim: “Benimki bilimsel yetkinlikten değil, bilgiye verilen önem konusunda umut kesmişlikten. Ne haliniz varsa görün tarzında.”
NİHAYET
Herkesin bir teknoloji gelişmişlik kriteri vardır. “Şu olursa teknolojiyi gelişmiş sayarım” deriz ya.
Bunun bendeki karşılığı, “Ne zaman ki, kapıdan çıktığımda bir ıslıkla arabam bulunduğum yere gelirse, yani arabam Red Kit’in atı gibi olursa ben o teknolojiye gelişmiş derim”di.
Toyota bu dediğimi başarmış! Teknoloji gelişmiş arkadaş.
AKLIMDA KALAN
Adamlıkla, küstahlık arasındaki fark: Devamlı okurlar bilir, benim bir George Clooney, bir de Nejat İşler düşkünlüğüm vardır. İkisi de ayrı tellerden çalar ama olsun. Geçen hafta Atatürk Havalimanı CIP salonunda Nejat İşler’le karşılaştım. Oktay Kaynarca ile sohbet ediyorlardı. Kendimi tanıtınca İşler, hakkındaki yazım için “oldukça ilginç bir yazıydı” dedi. Tam o sırada genç bir kız yaklaştı, Oktay Kaynarca’yı görmezden gelerek doğrudan İşler’e yöneldi. “Büyük hayranınızım bir fotoğraf çektirebilir miyiz” dedi. Bizimkinin yanıtı “Ben fotoğraf çektirmiyorum” oldu. Genç kız pes etmedi, tam tersine ısrar etti, “N’olur, lütfen…” Beyefendi “olmaz”da inat etti. Kızın yüzündeki hayal kırıklığı o kadar dayanılmazdı ki, o ana tanıklık etmekten utandım. O sırada kendisine yok hükmünde davranılan Oktay Kaynarca kızı kolundan tuttu, “gel” dedi, “gel birlikte çektirelim.” Hakkında iyi şeyler hissettiğim Nejat İşler’i o an ne kadar itici ve küstah bulduysam, hakkında kötü şeyler hissettiğim Oktay Kaynarca’yı o kadar adam gibi adam buldum.