Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan “Beni bile
dinlediler” diyerek ilginç bir bilgiyi ifşa etti. Başbakan
Erdoğan her ne kadar “Gözlerime bakın kimi kastettiğimi
anlarsınız” kıvamında konuşsa da dinleyenlerin kim
olduğunu herkes tahmin edebiliyor.
Çünkü hem ulusal medyada, hem de sosyal medyada bunu
görebiliyoruz.
Zaten mahallede ne zaman bir ayakkabı çalınsa, herkesin kafası
aynı eve dönüyor.
İşin ilginç yanı gözlerin çevrildiği evin sakinleri de bundan
pek rahatsız değiller.
Her olayda “olağan şüpheli” olarak
görülmelerine rağmen “böyle pis işlerde herkesin aklına
niçin biz geliyoruz?” sorusunu da kendilerine
sormuyorlar.
Sanırım ‘mahallenin hırsızı’ muamelesi görmek
bu arkadaşları pek rahatsız etmiyor.
Gerçi temiz yüzlü, dindar diye tanıdığımız insanların evin
etrafında oluşturduğu etten duvar nedeniyle aslında o evin içinde
kimlerin olduğunu da bir türlü öğrenemiyoruz. Ama yine de her
olaydan sonra o eve bakmaktan da kendimizi alamıyoruz.
Görünen o ki bu arkadaşlar ‘olağan şüpheli’
sıfatını kanıksamışlar.
Belki de bir bildikleri var. Kendi içlerinden “son gülen
iyi gülecek” havasındalar. Böyle bir imajdan,
itibarsızlıktan ‘iyi bir gülüş’ çıkar mı ondan pek
emin değilim.
Neyse, mesele bunlar değil.
Benim derdim başbakanın yaptığı bu açıklamanın ortaya çıkardığı
ilginç soruya cevap bulmak.
Bu ülkede Başbakan Erdoğan’ı bile dinleyebilecek güçte
bir ‘çete’ varsa, üstelik bu ‘çete’ Türkiye’de son dönemdeki birçok
davada etkin bir rol üstlenmişse, biz bu davaların delillerine,
ortalıkta dolaşan suçlamalara, yargının verdiği cezaların adil
olduğuna nasıl inanacağız?
Daha kısa ve net sorayım: Dinleme cihazı kurmak için
başbakanın ofisine bile girebilecek güçte olan bu ‘yapı’, onlarca
subayın girip çıktığı karargâhtaki bilgisayarlara, bir komutanın
evine, bir gazetecinin ofisine ulaşamaz mı?
Mesela başbakanın bu açıklamasından sonra Hanefi
Avcı’nın ve Odatv’cilerin
bilgisayarlarına dava konusu olan dosyaların bunlar tarafından
yüklenmediğine nasıl emin olacağız?
Öyle değil mi? Bu ‘çete’nin eli kolu bu kadar
uzunsa ve gündemdeki davaların en büyük delillerinin
bilgisayarlarda bulunan imzasız evraklar olduğu düşünülürse, ortaya
tuhaf bir tablo çıkmıyor mu? Başbakan bu açıklamasıyla son yılların
en önemli ‘hesaplaşması’nı da şaibeli hale
getirmiş olmuyor mu?
Bu şüpheyi nasıl kaldıracaksınız ortadan? Bu bilgisayarlara
yüklenen dosyaların başbakanı da dinleyenler tarafından
yüklenmediğinden nasıl emin olacağız?
Başbakanı dinleyenler birkaç emniyet müdürü değildir herhalde.
Ortada ciddi bir organizasyon var.
Peki bu organizasyon aynı anda hem TSK kadrolarını hem MİT’i hem
de başbakanı ‘sakıncalı’ görüyorsa toplum olarak
biz bu işin neresindeyiz? Bizi nasıl görüyorlar?
Şimdi gelelim tablonun sebep olduğu diğer sorulara:
Eğer küçük de olsa böyle bir ihtimal varsa, yani yüzde 1 ihtimal
de olsa, bu insanların bir kısmı iftirayla hapse atılmışsa, sebep
olduğunuz bu felaketin altından nasıl kalkmayı düşünüyorsunuz?
Balyoz davasından tek suçu bir A4 kağıdındaki
seminere katılanlar listesinde olmak olan ve 10 yıl hapis cezası
alan insanların beddualarından nasıl kurtulacaksınız?
Seminere katılmadığını ispat ettiği halde 10 yıl ceza aldığı
için “Ben şimdi kime gideyim” diye çaresizce feryat eden o
komutan eğer Allah’a giderse ne yapacaksınız?
Direkt veyahut dolaylı olarak bu dramların
yaşanmasına sebep olanlar bunun getireceği sorumluluktan nasıl
kurtulacaklar?
İleride çocuklarının yüzüne nasıl bakacaklar?
Ortada gidilecek, şikayet edilecek, adaletsizliği gidermesini
isteyeceğimiz bir kurum kalmayınca, Allah’ın varlığını
hatırlatıyoruz.
TSK’ya olan ‘öfkemizi’ bu hesaplaşmaya malzeme
yaptıkları için, bu haksızlıkların sebep olduğu felaketlere sesini
çıkarmayan herkes sorumludur.
Eğer Allah’a, ahirete, hesap gününe ve mazlumun hakkını bir gün
elbet alacağına inanıyorsanız, bence bu soruların cevabını da dert
etmelisiniz. twitter.com/acikcenk
Bu yazıya
Facebook'ta yorum yapmak
için tıklayın