Cannes'dayız. Dünyanın en büyük gayrimenkul fuarı MİPİM için.
(Fransız rivierasıyla ilgili görüşlerimi sonraya bırakıyorum.)
Fuara Türkiye'den pek çok katılım vardı.
İstanbul Ticaret Odası'nın İstanbul çadırı, Paris'le Londra arasında, 600 metrekareye yerleşmişti.
Geride, kanlı Ankara sokaklarını bırakmış, terörden canımız yanık, terörden canı yanık Paris'le komşu olmuştuk.
Gelişmişlikte değil de, terörde Paris'le eşitlenmişlik, çok canımı sıktı.
Ben hariç gazetecilerin tamamı İstanbul'dandı. Aklım Ankara'da, kendim Cannes'da. Kötü zamanlama.
Yine de Türkiye, umutlarıyla dünyaya açılmıştı fuarda. Onlarca inşaat şirketi, bir o kadar mimarlık ofisi dev projeleriyle oradaydı.
En çok yeri, belediyelerimiz kiralamıştı.
Ordu, Antalya, Balıkesir, Bursa, Hatay, Kocaeli, Konya...
Hele bir "Gömeç Port" projesi vardı ki, heyecan vericiydi. Balıkesir'den.
Uygulanabilirliği nedir bilemem ama bataklık alanı deniz suyuyla doldurup, Venedik benzeri kanallar oluşturmuşlar. Kıyılarına villalar dizmişler.
Belediyeler belli ki çok para harcamışlardı bu fuara. Proje maketlerinde ustaydılar. Yöresel yiyeceklerin ikramında cömerttiler.
Gelgelelim, tanıtım çalışmaları basılı malzemeyle, hediye çantalarıyla sınırlıydı.
Harcadıkları paraya tezat. Vizyon yok, kendi değerine odaklanıp öne çıkarma yok. Farklı bir perspektif yok. Özgüven yok.
Projenin başındaki görevliye "ne zaman başlayıp ne zaman biteceğini" soruyorsun, cevabı bilmiyor!
İstanbul çadırında. Sabah gazetesinin ekonomi müdürü Şeref Oğuz'la sohbet ediyoruz.
Şeref'in hayata dair gözlemlerine ve bilgisine çok önem veririm.
Bizim belediyelerin stantlarını gezerken önerilerde bulunmuş, "daha iyi nasıl yapılabilir"le ilgili fikirler vermiş.
Bir belediye yetkilisinden aldığı cevap "siz de hep eleştirirsiniz zaten" olmuş.
Tam "Ne haliniz varsa görün deseydin" diyecektim, vazgeçtim.
Zaten de öyle oluyor.
Şeref'in ayaküstü yaptığı analizi paylaşmalıyım:
"Kentlerin gelişmesi üç şeye bağlı; tarihsel ve kültürel nitelik, doğal kaynaklar ve yerel yetenek. Bizim Anadolu kentlerinde ilk ikisi var, sonuncusu içler acısı" dedi.
Sonra da altına imza atacağım şu sözleri ekledi:
"İnsanları KPSS zekâsına uygun hale getiriyorsun. Sorunun cevabını dört seçenek arasından bulmaya çalıştırıyorsun. Böyle olunca da kimse o seçenekler dışında başka çözüm var mı yok mu düşünemiyor."
Kesinlikle öyle.
Mesela biz. Üniversitede. Seçenekler arasından doğruyu bulmaya kodlanmış genç insanlarla birlikteyiz.
Ve zihinleri dört seçeneğe kilitlenmiş gençleri, dört sene kendi seçeneklerini bulma fikrine alıştırabilmek için anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelircesine çabalıyoruz.
Hele bir de KPSS ile istihdam edilen devlet memurlarını düşününce.
Anlıyoruz ki, ülkemizin başındaki en büyük belalardan biri de "KPSS zekası" denen şey.
SİYASETÇİ KÖTÜ DE, MEDYA PATRONU İYİ Mİ?
Fatih Altaylı'yı seversiniz sevmezsiniz ama gazetecilik tutkusuna saygıyı hak eder.
Gazetecilik onun hayatla kurduğu bağdır.
Uzun zamandır, Habertürk'te köşe yazdırılmıyordu. Arada bir spor yazıyor, içeriğini tarih tartışmalarına çevirmek zorunda kaldığı Teketek'i yapıyordu.
Bir ara "Hocam" demişti, "bir süre daha sabredeceğim." Hangimiz sevdiğimiz şeyler için sabırda cömert değiliz ki...
Şimdi. Teke Tek de kaldırıldı. Hem de Ciner Medya'ya özgü, saygısızlıkla. "Pat" diye. Konuşmadan.
O gruba sonsuz emek vermiş bir gazeteciye fikrini bile sormadan.
Tamam, gazetecilik ülkemizde tarihinin en kötü zamanını yaşıyor ama yılların medya yöneticileri de sanki bunu bekliyormuş gibi insanlık, vefa, vicdan, nezaket fakiri olup çıktı.
Medyayı iktidar bu hale getirdi diyenlere soru: Medya karakteri buna teşneyse, siyaset durumu kullanmasın da ne yapsın?
KORKU ŞEHİRLERİ KOL GEZİYOR
Ankara'da. Üst üste terör saldırılarının yaşandığı günlerde. 21 Mart'ta. Dersim var.
Öğrencilerimin ödev/proje teslim günü o gün.
21 Mart, nevruz. Bayramdı, gerilim oldu çıktı.
Öğrencilerimin çoğu, e-posta yazmış. "Lütfen 21 Mart'ta ders yapmayın, gelemeyeceğiz" diyen de var, "Gelemeyeceğim, projemi bir hafta sonra teslim etsem olur mu" diyen de.
Korkuyorlar.
Terörden. Ölmekten. Yaralanmaktan.
Çocuğu Ankara'da, kendileri uzakta olan anne-babalar da korkuyorlar.
Kalabalıktan kıpırdayamadığınız Kızılay'da, hayat durma noktasında.
"Özgürlük mü, güvenlik mi" sorusunun bugünlerdeki karşılığı "güvenlik."
Hayatta kalmazsan özgür de olamazsın.
Her noktada emniyet tedbirleri artırılıyor. Otomobil ve üst aramaları yoğunlaşıyor.
Arananların canı sıkılıyor, kim terörist muamelesi görmek ister ki?
Devlet acilen insanlara, emniyet tedbirlerinin nedenleri ve geçiciliği konusunda bilgi vermeli.
Açıklamasız artan tedbirler korkuyu da, bunalımı da artırır.
Artık bilgilendirmeden, ikna etmeden karar alıp uygulama günlerinde değiliz.
ONCA MESELE ARASINDA BU OLMASAYDI
Derdimiz bini aşar, düz yolda şaşar durumdayız.
İçlerinde akademisyen olmayanlar olsa da adı "akademisyenler bildirisi"ne çıkan belgeyi imzalamadım.
İçeriğini ve üslubunu sorunlu buldum. Buradan da yazdım.
Ancak. Bir belge imzaladılar diye de üç akademisyenin tutuklanması doğru olmadı.
KİMSE BU KIZI DİNLEMEZ
Magazin haberlerine konu olması dışında başka bir özelliğini bilmem Özlem Yıldız'ın.
Bir de Mehmet Ali Erbil'e yarışmada eşlik etmişliği vardı.
İşte o Özlem Yıldız'ın saçları bukle bukle haliyle, dövmesi ve bilekliğiyle "sus" işareti yapan hemşire fotoğrafı, hastanelere asılacakmış da falan.
Buradan Sağlık Bakanlığı'nı uyarmak lazım. Bir hastane ortamı kalmıştı magazine bulaşmamış.
İşinizi yapacaksanız biraz ciddiyetle yapın lütfen.
AKLIMDA KALAN
Selçuk Yöntem'in yediği sandviçten kazandığı tazminat: Hani Selçuk Yöntem, Bambi Cafe'de sandviç yemişti de, fotoğrafını bastılar diye 350 bin tl tazminat kazanmıştı ya. İşte bu konuyla ilgili öyle ayrıntılar öğrendim ki, şaşar kalırsınız. Sonraki yazımda okuyacaksınız. Elbette gündem izin verirse.