Başımıza bombalar yağıyor. Büyük can kayıplarımız var. Durum
olağanüstü. Ama biz. Fazlasıyla olağanız.
Siyasetçimiz "sizde mi buluşalım bizde mi"
derdindeyken. Medyamız kopmuş et parçalarından reyting avlama
derdinde.
Bu durumun adı "yeni normallik" oluyor. Ki bu
konuda yazdığım kaçıncı yazı bu...
Terör, kriz, savaş vs. durumların oluşturduğu "kaos"
hali, "yeni normal" olarak tanımlanıyor.
"Yeni normal", hep geçip gidecek hissi veren
kaotik durumların aslında hiç de gitmeyecek olduğunu ifade
ediyor.
Dün Suruç'ta, yarın başka yerde, bugün Türkiye'de, yarın başka
ülkede olup bitenler, kaosun "düzensizlik içerisindeki
düzen"inde kurgulanmış bir düzeneğe denk geliyor.
Medya bu "yeni normallik" halinin hem
oluşturucu, hem de yayıcı aracı.
Hem beden parçalayıcısı hem de et toplayıcısı.
İyi de. Ürkmeli mi bu durumdan, ürkmemeli mi?
Kararı nasıl vereceğiz?
Mustafa Kemal'in bir sözü var: "Muharebede yağan mermi
yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri, ürkenlerden daha az
ıslatır."
Kaos'tan ürkmek elbette insani, ancak ürküntü düzeyi, anlamaya
engel olacak noktaya çıkarsa asıl sorun orada başlar.
Aklın devreye sokulup, bu ürkünç durumun kapsamlı
biçimde ortaya konması gerekiyor.
Bunu da sokaktaki insan değil, devleti yönetenler
yapacak.
Herkes suçlu arıyor. Tespitte bulunuyor. Oysa insanın asıl
duymak istediği şey çok başka.
İnsan, "korkma, ben buradayım" diyecek bir sesi
duymak, güçlü bir yapıyı görmek istiyor.
Bu cümlenin altının (devletin her düzeyinde) işinin ehillerince
doldurulmuş olduğuna inanmak istiyor.
Alain Joxe'un "kaos imparatoru" olarak
tanımladığı ülkede, kaos üzerine uzmanlık grupları oluşturulup
teşvik edilirken, bizde hiçbir düşünsel/felsefi savunma ve çözüm
önerisi geliştirici çalışma alanları oluşturulmadan oradan oraya
koşturuluyor.
ABD, özellikle Obama'nın ikinci döneminde bütün iletişim
planını yeni normalliğe göre değiştirdi. Bizimkiler hiç
üzerinde durmadı.
ABD, Irak batağında yaşadığı sıkıntıları, kendi kamuoyuna
açıklamakta güçlük çekince, küresel gerilim politikasının önce
kendi ülkesinin kamuoyu tarafından reddedildiğini anladı.
Yeniden, daha çok dinleyen, daha az saldırgan (hiç
değilse görünürde), daha barışçı bir dil/strateji
benimsedi.
Gerilim dilini ise, hiçbir iletişimsel profesyonelliğe sahip
olmayan, daha doğrusu iletişimsel korunaksız bizim gibi ülkelere
ihale ediverdi.
Üstelik uzman/yorumcu soytarılarla dolu,
"tamtamcı", içeriksiz, derinliksiz, bilgisiz ve
deneyimsiz, çığırtkan medyamızın kaos üreticilerinin ağzının suyunu
akıtıcı durumu, işlerini/maniplasyonu daha da kolaylaştırıyor.
Suruç'la yaşadığımız saldırı onlarca cana mâl oldu. Her yeni
olayda, sürekli maliyetleri ödeyip, kınama açıklamaları yapıp
seyredecek miyiz?
Yoksa iletişim politikalarımızı hem lider hem de ülke
düzeyinde yeniden gözden geçirerek manevralar yapabilecek
miyiz?
Durumun halâ kurtarılabilir olduğunu düşünüyorum. Halâ
büyük yuvarlak masalar etrafında toplanıp
konuşulabilir.
Biz, Ankara Üniversitesi İletişim Araştırma ve Uygulama
Merkezi olarak durumun çözümüne, iyileştirmesine katkıda
bulunmaya çalışıyoruz.
"Kaos Yönetimi" programı oluşturduk. Ekim'de
başlayacak program için devlet ve medya için ayrı eğitimler
tasarladık.
Çıkar değil fikir, fantezi değil akıl devrede olursa,
mekanizmalara onun ya da bunun adamları değil, gerçekten uzman
kişiler dahil edilirse geri dönülmez bir noktadan önce geri dönmek
mümkün olabilir.
Sanırım bu ülkede politikacıların en büyük düşmanı "her
şeyi ben bilirim" cümlesidir.
AKLIMDA KALAN
Dövülen Suriyeli bir
çocuk: "Uyu yavrum ninni, uyutayım seni/
Seksi meksi filmlerle avutayım seni..." Şimdi siz bu 1977
model Melike Demirağ şarkısının sözlerini
"survivor'larla falan uyutayım seni" yapsanız
aynıyla bugünkü medya düzeni. Şehir şehir. Sokak sokak. Kaldırım
kaldırım. Her noktada Suriyeli dramı yaşanıyor. Burnumuzun dibinde.
Binlerce haber kaynıyor Suriyelilerin dramında. Gazeteciler
kör. Taa ki, bir Suriyeli çocuğun dövülmesine kadar. Ne
zaman dramın içinden çocuk, şiddet gibi başka bir dram çıkıyor
medyamız mahmur gözlerini açıveriyor. Bir çocuğun şiddet
görmesi ne kadar çirkinse ve gerçek bir haberse, bir kadının banyo
yapacak yer bulamaması da o kadar çirkin ve gerçek haber.
Bir çocuğun şiddet görmesi ne kadar tahammül edilemezse, bir
bebeğin kaldırım taşında uyuması da o kadar tahammül edilemez bir
haber. Şiddet sadece bir çocuğun dövülmesi değil, bir
dramın görülmemesi de şiddet.