Habertürk'ten son kovulan üç gazeteci haberini okumuş
olmalısınız.
Bir profesörün sözleri tek cümlelik kutu yapılınca üç gazeteciyi
işten attılar.
Neydi o tek cümle?
Şuydu: "Fazla maden suyu içilmesi yüksek tansiyon
hastalarına zararlıdır."
Gazetenin yayın yönetmeni "O maden suyunun şişesini kim yapıyor,
o sodayı kim satıyor biliyor musun?" sorusuyla sermaye-medya
ilişkisinin tarihsel bir örneğini vermiş oluyordu.
(Ki bu örnek için iletişim fakültesi hocası olarak
kendisine müteşekkirim. Artık öğrencilerimize sermaye-medya
ilişkisini taze bir örnek üzerinden
somutlayabileceğiz.)
Sonra da editörden başlayarak, haberi yapanı, haberi geçeni
işten attılar.
Zincirleme gazeteci kovma tamlaması gibi.
Başarabilseler o cümleyi sarf eden profesörü de elbette işten
attırmaları gerekirdi, kendini kaybediş o derece.
Bu tür olaylar artık, dibe vurmuş gazetecilik anlayışımızda son
derece olağan işler.
Kimse şaşırmış da değil.
Sadece.
Kenan Tekdağ'a aramızdaki eski hukuka dayanarak birkaç
şey sormak istiyorum.
Kenan Bey;
Söyler misiniz, gerçekten gazetenizdeki bir cümle nedeniyle
maden suyu satışlarının sona ereceğini düşünüyor musunuz?
Velev ki öyle oldu. Yüksek tansiyon hastalarının riske girmesini
umursamayacak kadar vicdan yitimine uğramış olabilir misiniz?
Gazetenizde yazan her cümlenin bu kadar etki
yaratacağına inanacak kadar kafanız karışmış olabilir
mi?
Bir maden suyu cümlesinden üç gazeteciyi işten atacak kadar
heyecanlı birine, gazete yönetimini teslim ettiğiniz için içiniz
rahat mı?
Bu ülkede, 30 yılını gazeteciliğe vermiş bir gazetecinin
emekli olarak, keyif içinde mesleğinden ayrılmasını beklemek pek mi
hayalcilik olur?
Medyadaki pespayeliğin faturasını Hükümete ve de Cumhurbaşkanına
çıkarmak kolay da, o faturada siz patronların hiç mi sorumluluğu
yoktur?
Ve Kenan Bey lütfen söyler misiniz, üzerine titreye
titreye oluşturduğunuz gazetenin geldiği noktadan memnun
musunuz?
BAZEN OLDUĞUN GİBİ KALMAK
İYİDİR...
Piyasada şöyle bir kural vardır: Yaptığınız iş iyi gidiyorsa, o
işi geliştirmelisiniz.
Bu doğrudur. Ne var ki, her doğru her zaman doğru değildir.
Mesela. Şirketlerde geçerli bir kural, tv dizilerinde geçerli
olmayabilir.
Geçen sezon. "Poyraz Karayel" dizisi vardı.
Senaryosuna emek harcandığı belli oluyordu.
Saçma sapan, gerçek olamayacak kadar abzürt olaylar, gerçek
oyunculuklarla dengeleniyordu.
Son yılların en iyi çocuk oyuncusunu (Ataberk Mutlu)
kazandırmıştı tv dünyasına.
Sıcak ve protest bir karakter eklenmişti zihnimizdeki kurgu
karakter listesine: "Küresel sermaye karşıtı mafya
Zülfikâr"
Dizi tutmuştu. Reyting almıştı.
Şimdi. Dizinin yeni sezonuna, yeni oyuncular eklemişler. Yeni
oyuncularla sezona iddialı gireceklermiş. Güya.
Bu aklı kimler veriyorsa dizi yapımcılarına, yanlış
yapıyorlar.
Tutmuş bir işi fazla kurcalamak olmaz, bu bir.
Seyirci dediğin kesim tutucudur, değişiklikten rahatsız olur, bu
iki.
Abartı ve köpürtme ters teper, bu üç.
Samimiyeti yakalayan dizi, bunu kaybederse reytingini de
kaybeder, bu da dört.
AKLIMDA KALAN
Reşad Ekrem Koçu
mevsimi:
Yaz başında. Karar vermiştim, yaz bittiğinde Reşad Ekrem Koçu
kitaplarını da bitirmiş olacaktım. Benim için bu yaz Reşad Ekrem
Koçu mevsimi olacaktı, oldu da. Çünkü, tesadüfen sayfalarını
karıştırdığım bir kitabında diline hayran olmuştum. Tam sevdiğim
gibiydi cümleleri. Kısa, doğal, akıcı. Okuduğunu yaşatıyor. Kendime
kızmış, kızmış, kızmıştım. Koçu'yu bu kadar geç keşfettiğim için.
Mikro tarih okuma arzum, mikro tarihi hikâyelendirme ustasının
yazdıklarını okudukça arttı. Tam Koçu kitaplarının
sayfalarına kendimi kaptırmış, Osmanlı saray odalarında kaybolmuş
giderken, İlber hocanın Hülya Avşar'a önerdiği kitapların Reşad
Ekrem Koçu'ya ait olması da hoş bir tesadüf oldu. İlber
hoca tarzıyla söylemem gerekirse: Reşad Ekrem Koçu okumak
lazım. Gidip abuk sabuk yerlerden tarih hikayeleri okuyup, tarih
dizileri izleyeceğinize...