Evet...
Madem seçim var...
Madem siyaset yazıp seçmenlerden birini bile olsa etkilemek
yasak...
O halde bu köeşeyi de bir nostaljiyle doldurayım...
Belki kıssaden hisse çıkaranlar olur...
27 Mayıs 1960’da yapılan askeri darbede
cezaevine giren ve sadece 48 gün hapis yatan
babacığım bunu onuruna yedirememiş elini eteğini işlerinden
çekmişti. 1963 Şubatında dedeciğimi de kaybedince;
tek başına küçük çapta ayakkabıcılık yapmaya çalışıyor ama işleri
hiç de iyi gitmiyordu.
Aynı yıl Kasım ayında yapılan muhtarlık
seçimlerine AP listelerinden katıldı,
CHP’li adayın karşısında ezici bir üstünlük
sağlayıp muhtar seçildi. 12 Eylül’e kadar da her
girdiği seçimi kazandı...
1964 yılı Mart ayı
olmalıydı.
Bulgaristan’ın
Kırcali sancağında doğup büyümüş ve tütüncü bir
ailenin kızı olan babaannem her söz açıldığında “Gâvur işi
bu iş” dediği tütüncülüğe dönüş yapacağını açıkladı.
Babacığım itiraz eder gibi olmuş ama annesine söz geçiremeyeceğini
bildiği için “ne yaparsan yap ama beni karıştırma, benden
de bir şey bekleme” demişti.
Babaannem 20 dönüm kadar kırmızı
topraklı bir tarla kiraladı. Dedem rahmetlinin en küçük kardeşi
olan Nuri amcanın bahçesinde tütün fideleri
yetiştirdik; Mayıs ayının son haftası olmalı o
fideleri tarlamıza ekmeye başladık…
Öyle zor bir işti ki; biraz da becerikli olmalıyım ki işi
çabuk öğrenmiş, ustaların yanında en hızlı fide ekenlerden biri
olmuştum. Akşam eve döndüğümde anneciğim belimin altına yastıklar
koyuyordu ki bütün gün iki büklüm olan belim biraz dışa dönük
durarak dengelensin. Ama öyle ağrıyordu
ki…
Bir gün tütünden döndüğümüzde, evde ekmek bile olmadığını
gördük. Babacığım, sofa kapısının merdivenlerine oturmuş, başını
iki eli arasına almış düşünüyordu.
Dokuz kişilik bir aileydik...
Peki, ne yapacaktık?..
Unumuz bile yoktu ki hamur işi bir şeyler yapılsın, Babacığım
“veresiye” alınmasını hiç istemezdi ve zaten
teklif eden olsa da kabul edemezdi.
Hava artık tamamen kararmak üzereyken aşağı kapıdan içeri
mahallemizin sevilen bakkallarından Yasettin
ağabey girdi. Kısa boylu, paytak yürüyüşlü, sevimli bir adamdı...
Yeni ev mi almıştı ne; ikametgâh ilmühaberi
istiyordu. Mahallelinin deyimiyle “Muutar Necdet”,
genellikle fakir ilmühaberi verdiği için
muhtarlıktan para falan da kazanmazdı…
Yasettin ağabey ilmühaber alınca
normalde 1.-- lira vermesi gerekirken madeni
2.5 lira çıkardı cebinden...
Babacığım “Yasettin abi ya kalsın, mühim
değil” dedi...
Canım babam, ekmek almaya paramızın olmadığı o gün bile
dimdik duruyordu...
Babacığım parayı almamak için ısrar ettikçe o an o orada bu
sahneyi izlemekte olan hepimizin yüreğinin yandığına emindim ama
hiç kimse babama “Sen ne yapıyorsun?.. Parayı
alsana!..” diyemiyordu. Babaannem dâhil…
İçimden, çocukluğumda yaptığım gibi gidip babamın
dizlerine yapışmak, başımı kaldırıp onunla göz göze gelmek
geçti…
Çünkü henüz ilkokula bile gitmezken babamla gezmeye
gittiğimizde, dizlerine sarılıp çekiştirerek göz göze gelmeye
çalışırdım. Amacım “Ne var?” sorusunu sordurmaktı.
Soruyu sordurduktan sonra gerisi geliyordu...
İşte yine aynı duygularla doluydum ve bu kez “al şu
parayı” diyecektim gözlerimle.
Yasettin ağabey “Al be
Muutar, bu gün benim keyifli günüm be yaa!” derken iki
buçukluğu da ısrarla uzatıyordu…
Sonunda babam 2.5 lirayı aldı.
Yasettin ağabeyi uğurladıktan
sonra döndü ve parayı bana uzattı:
“Koş oğlum şuradan 6 tane ekmek al da
gel”...
Ertesi gün babamın siyasetten arkadaşı Koyunbabalı
Mehmet ağa gelmiş ve yaz başlangıcında giymek üzere
kendisine ve iki erkek çocuğuna yazlık ayakkabı satın almıştı.
Sonraki günlerde işler biraz açılmış, ekmeksiz kalmamıştık ama
yaşadığımız günler pek de parlak değildi...
Ve o gün şunu öğrenmiştim:
Kader yürüdüğümüz yol değil; vardığımız son
duraktı...
Ve şükürler olsun ki halen
yürüyorum…
Son durağa varıncaya kadar da hiç sapma yapmadan, geriye
dönüp de bakmadan sürdüreceğim bu yürüyüşü…
Ama...
Bu insanların hiç ölmeyecek; kader isimli son durağa hiç
varmayacakmış gibi bir birleriyle neden kavga ettiklerini
anlayamıyorum...
Öbür tarafa ne götürecekler acaba; onur, şeref ve
haysiyetten başka...