Diyorlar ki;
“Arkadaşlığın var. Aynı dönemde CHP’de Parti
Meclisi üyeliği yaptınız. Nasıl bilirsin Enver
Aysever’i?”
Özetle; Önceki gün duyarlı. Dün acımasız. Bugün
vefasız. Bilirim.
Enver’in kafasının içinde “Herkes bana
baksın!” diye bağıran biri var.
Edebiyata tutkulu bir adamın bu kadar dışarı bağırması
sanırım psikologların alanına düşer..
Bana düşen, nerede olursa olsun, dikkatleri
üzerine çekme hevesiyle, edebiyatın mütevazılığının kafamda hiç
örtüşmeyen fotoğrafı.
Şahsen. Enver’in iyi biri olduğuna inanırım. Yazıya
verdiği emeğe imrenirim.
Ve fakat. “Herkes bana baksın”, “herkes ne
kadar zeki adam desin”, türü cümlelerin pençesine
düşmesini anlamam.
Yaşadığımız her şey çocukluğumuzun gölgesinde değil
mi? Öyle.
Enver iyi sorular sordu. O kadar iyi sorulardı ki
bazen, “alnından öpüyorum” mesajı bıraktığım
oldu.
Sorulması gereken soruları vardı. Bir edebiyatçının
kendini ifade etme telaşına düşerdi. Alkışlar için yaşamazdı.
Kendi zihnini tatmin etmekti derdi. İyi bir
entelektüelin yapması gerektiği gibi.
Tüm bunlar. Medyanın zehirli sarmaşığıyla kuşatılmadan
önceydi. Gittiği her yerde başların ona dönmesi, onun da başını
döndürmüş olmalı.
Ki.
Zihnini tatmin edici sorulardan, vitrine oynayan
sorulara geçti.
Her televizyoncunun düştüğü hataya düştü,
ekranın çekim gücünü kendi başarısı sandı.
Mütevazılığını olduğu gibi, edebiyatçılığını da
televizyonculuğa rehin bıraktı.
O kadar ki. “Gazeteci bir numara küçük
ayakkabı gibidir” dediğimde, mekanda olan gazeteciler
sessiz kalmış, Enver üzerine alınmıştı.
Gazeteciler adına yanıt verme gereği duymuştu.
Gazeteci Enver, edebiyatçı Enver’i beyninden vurup ayaklarının
dibine düşürmüştü.
Oysa Enver gazeteci değildi. Yazarlıktan
televizyonculuğa geçiş, kafasını karıştırmış olmalı. Gazeteci gibi
hissetmesi, gazetecilik işinin tüm defolarını sahiplenmesine yol
açtı.
O kadar ki. Gittiği tv kanallarına onu da beraberinde
taşıyan. Arkadaşlık hatırına her gece program yaptıran ve çoğu
insanı karşısına alan Barış Tünay’ı da bir kalemde çizdi. Medyada
“vefa” uzakta bir semt adı bile değildi.
BENCE;
Ortaöğretimde türban konusu: Özgürlük
kadınların saçlarının rüzgarda savrulmasıdır. Çocukların saçlarıysa
özgürlüğün tarlası. Gün ışığında olmalı mutlaka.
Sokakta simit satışı: Zenginle
yoksulun tek eşitleyicisidir. Simitçime dokunma.
SİZE DE ÖYLE GELMİYOR
MU?
Size de son günlerde Bülent Arınç’ın omuzları düşmüş,
gözünün feri sönmüş, ses tonu inmiş gibi gelmiyor mu?
DİZİMETRE
Annenizle geçirdiğiniz gün sayısı artınca, dizi
dünyasına dalış yapmak da kaçınılmaz oluyor.
İzlemeye başladıklarım:
Sil Baştan: Star’da. İyi başladı.
Günceli iyi yakalayan bir diyalog akışı var. Şimdilik izlemeye
değer.
Bana Artık Hicran De: Kanal D’de.
Senaryo iyi kokuyor. Sahici olamayacak kadar çok yakışıklı adam
var. İyi olabilir, klişelere boğulmazsa.
Ah Neriman: Show’da. Her durumda
Perran Kutman için izlenir. Özlemiştik.
İzlemeyi bıraktıklarım:
Beni Böyle Sev: Önceki sezon
biterken, TRT de diziyi bitirecekken “Beni Böyle Sev’meye devam et”
yazmıştım. Şimdi. Yeni oyuncular. Senaryonun zıvanadan çıkması,
kötünün kötüsü Yeşilçam filmi gibi. Kısacası beni böyle sev’me.
Tahammül edemediklerim:
İçinden Ali Sunal’ın geçtiği tüm programlar.
Fox’un Güldür Güldür’ü.
Tv8’in “O Ses Çocuklar”ı.
AKLIMDA
KALAN
“İşte bu yüzden yıllardır kurtulamıyoruz”
hissi: Adam hiç erinmiyor.
“Aman bana ne,
atı aldım Üsküdar’ı geçtim” demiyor. Her saldırıya ilk kez
başına gelmiş gibi aynı dirençle karşılık veriyor. Yılmıyor.
Yorulmuyor. Laf yetiştirmekte geri durmuyor. Melih Gökçek. Almış
eline deney tüplerini. Çıkmış ekrana. Bir kimyager edasıyla. Saf su
ile şebeke suyunun farkını test ediyor.
Anlatıyor.
Anlattığını kanıtlıyor.
Bıkmıyor. İşte bu yüzden
kendisinden kurtulmamız mümkün olmuyor.
Olamıyor.