Her şey ben yaşarken oldu

Her şey ben yaşarken oldu

Levent Gültekin acikcenk@gmail.com

Bugün yazımın başlığını  İsmet Özel’in “Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar, ben yaşarken koptu tufan…” diye başlayan şiirinden ödünç alıyorum.

İlker Başbuğ’un tutuklanması üzerine medyada gördüğüm tablo bana ‘her şey ben yaşarken oldu’ hissini verdi.

Bugün bu kanaatin oluşmasına neden olan resmi size anlatmak istiyorum. Aslında buna anlatmak denmez. Hatırlatmak istiyorum demeliyim. Çünkü olan biten hepimizin gözü önünde olup bitiyor.

Eski genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanması AK Parti’ye politik destek sağlayan yazarlar arasında bir ayrışma meydana getirdi. Sanırım sizin de dikkatinizi çekiyordur.

Özellikle Gülen cemaatine yakın yazarlar, İlker Başbuğ’un tutuklu yargılanmasını eleştiren birçok yazarı, gazeteciyi sisteme entegre olmakla, Ankaralılaşmakla, Anaplaşmakla itham ediyorlar.

Gerek köşelerde, gerekse sosyal medyada cemaate yakın bazı yazarların ‘yandaş’, 'AKP’li' diyerek daha birkaç ay öncesine kadar yol arkadaşlığı yaptığı gazetecileri eleştiri yağmuruna tutmaları beni çok şaşırttı.

AK Parti’ye yakın bazı  gazetecilerin ‘itidal’ çağrısı cemaate yakın bazı gazetecileri fena halde kızdırmışa benziyor. Hatta öyle kızdırmış ki Başbakan Erdoğan’ın ‘tutuksuz yargılanma arzumuzdur’ açıklamasını ‘AKP, tecavüzcüsünü affeden kadın gibi’ benzetmesi yapacak kadar ileri gidiyorlar.

Peki Gülen cemaatinin veyahut cemaate yakın gazetecilerin AK Parti’nin veyahut ona destek veren gazetecilerin tutumuna kızmaya, onları eleştirmeye, hakaret etmeye hakkı var mı?

İşte bu soruyu sarahate kavuşturmak için 10 yıl önce yaşadıklarımızın bir fotoğrafını masaya koyma taraftarıyım.

O gün olup bitenin unutulmaması için, bazılarının ‘ben daha cesurum’ cakası satmasına fırsat vermemek için hatırlatma gereği duyuyorum.

Şimdi gelin 28 Şubat döneminde neler olmuştu bir hatırlayalım.

Hatırlayalım ki bugün itidalli olunmasını isteyenlere kızan, ateş püsküren, bu gazetecileri statükoya kaymakla suçlayanların 28 Şubat döneminde nasıl bir tutum aldıklarını hep beraber görelim.

28 Şubat döneminin en karanlık, en sıkıntılı döneminde, çaresizlikten nefeslerin kesildiği günlerdeydik.

Kanal 7, Yeni Şafak gibi muhafazakar medya organları büyük sıkıntılara rağmen baskılara direnip bir nefes alınması için direnç gösterirken, Zaman gazetesi ve STV  kendilerini bu organlardan soyutlayıp ‘aman itidalli olalım’, ‘askeri kızdırmayalım’ diye net, belirgin bir tutum almaktan geri duruyorlardı.

28 Şubat baskılarına karşı durmak bir tarafa, Gülen cemaati, üniversitelerde başörtüsü yasağı başladığında ‘Aman eldekileri kaybetmeyelim’ diyerek ‘itidalli olma adına’ hiçbir mecburiyet olmadığı halde dershanelerde de yasağı uygulamaya başlamıştı.

Cemaatin baskılar karşısında verdiği her taviz, her uzlaşma adımı, her boyun eğme, olup bitene direnen herkesin direncini dağıtıp umutsuzluğu artırıyordu.

Erbakan’ın en sıkışık, en çaresiz olduğu bir dönemde Fethullah Gülen hoca, 32. Gün’de Yalçın Doğan’ın karşısına çıkıp "Devlet haklı, Erbakan başarısız. Bu işi yapamadı, gitmeli.  Erbakan’ı zaten sevmem. Sayın Demirel ile Erbakan ile görüştüğümden daha fazla görüşmüşümdür. Zaten kalbim de Erbakan’a ısınmış değil. MGK istişari bir kurumdur, isabet ederse iki sevap, etmezse bir sevap alır" mealinde, o günün şartlarında muhafazakarları can evinden vuran cümlelerle 28 Şubat döneminin İslamcılarını, dindarlarını, muhafazakarlarını statükonun karşısında yalnız bırakıp, kendi tabirleriyle  ‘Ankaralılaşıp’ ortalıktan çekilmişlerdi.

Bunu niçin yapmışlardı biliyor musunuz? Kaybedecekleri şeylerin fazlalığını ve onları korumaları gerektiğini ileri sürerek.

O ‘gün kazanımlarını kaybetmemek için’ ‘itidalli’ davranıp ‘Ankaralılaşan’ gazeteciler, bugün ‘itidalli’ olmayı, ‘dikkatli’ davranmayı, ‘kazanımları tehlikeye atmamayı’ öğütleyen gazetecileri eleştirmekten imtina etmiyorlar.

Gülen Cemaati o günkü aldığı  tutumda haklı olabilirdi. Belki de kaybedecekleri şeyler gerçekten önemliydi. Belki de öyle davrandıkları için birçok şeyi kaybetmediler.

Peki o gün itidalli olmakta bir beis görmeyen arkadaşlar, bugün itidalli olunmasını tavsiye edenlere niçin hakaret ediyorlar? İnsan bu duruma düşmekten utanmaz mı?

Çevik Bir karşısında ‘kazanımları kaybetmemek için’ her türlü hakareti sineye çekenler, bugün İlker Başbuğ'a yapılanı eleştirip ‘itidalli olmayı’ önerenleri neredeyse hainlikle suçluyorlar.

Sizce Çevik Bir mi "daha darbeci" bir generaldi, yoksa İlker Başbuğ mu?

Dönemin Başbakanı Erbakan’a kameralar önünde küfür eden general karşısında susmak mı daha utanılacak, ayıplanacak bir tutum, yoksa AK Parti’nin atadığı bir Genelkurmay başkanına terörist denilmesine ses çıkarmamak mı?

Gülen cemaatine yakın, hatta mensup gazeteciler kendilerinin kullandığı bir hakkı başkaları kullandığı zaman niçin kızıyorlar? Nedir bu öfkenin altında yatan asıl neden? Bunu bize açıklarlar mı?

Burada asıl merak edilmesi gereken o gün ‘kazanımlarını kaybetmemek için’ ‘itidalli olmayı’ öğütleyen ve öyle de davranan Gülen cemaatinin, bugün o itidali elden bırakma cesaretini nereden aldıklarıdır… Ne değişti ki o gün Çevik Bir’e mektup yazıp merhamet dilerken, bugün Başbuğ tutuksuz yargılansın önerisine bile tahammül edemiyorlar?

Gülen cemaatinin kazanımlarını koruma hakkı var da, AK Pariti’nin ‘kazanımlarını koruma’ hakkı yok mu? Buna niçin şaşırıyorlar?

Bu tablo bize bir kere daha gösteriyor ki Türkiye’de kişiler, kurumlar bir şeyler yapmak için değil, bir şey olmak için yola çıkıyorlar.

Gülen cemaati 28 Şubat döneminde muhafazakar kesimden kendini soyutlayarak, itidalli davranarak neler kazandıysa bugün de AK Parti kendini, Gülen cemaatinin ‘cesur’ tutumundan soyutlamak istiyor. Ne var bunda? Niçin şaşırıp öfkeleniyor bu arkadaşlar?

Bu iki taraflı tabloda beni ilgilendiren tek şey dindarlığı kimlik edinmiş insanların takındığı ikircikli tutum. Yoksa kimin ne kazanımı var, bunu korumak için ne tür ‘itidal’ işlerine başvuruyorlar, umurumda bile değil.

28 Şubat’ın itidalcileri mi daha haklı, yoksa şimdinin itidalcileri mi? Bu sorunun cevabının benim nezdimde zerre kadar kıymeti olmadığının bilinmesini isterim.

Ben bu yapılardan umudumu keseli çok oldu.

İşte yukarıda anlattığım olaylar ne yazık ki biz yaşarken oldu.

Tüm bu olup bitene bakınca, Luis Nizer’in güzel bir sözünü hatırlıyorum: "Gerçek din ilan ettiğimiz inancımız değil, sürdürdüğümüz hayattır."

Bu tablodan benim çıkardığım sonuç: insanlar günümüz Müslümanlarından uzaklaştıkça Allaha yaklaşıyorlar.


www.twitter.com/acikcenk