Hasan Cemal'in gazetecilik başarısını kıskananlar arasında ben
de varım. Hasan Cemal gazetecilik adına imrenilecek işler
çıkarıyor.
Fakat bu çok önemli, imrendirici işlerde beni rahatsız eden,
keyfimi kaçıran bir şey de var.
Keyfimi sadece Hasan Cemal'in ceviz ağacının altında PKK
lideriyle yaptığı konuşma değil, aynı şekilde, son dönemde bazı
aydınların 'Kürt sorunu'nu ele alma biçimleri de
kaçırıyor.
Ceviz ağacının altında PKK'lılarla muhabbete dalan Hasan Cemal
de, PKK'ya terör örgütü denilmesin diye raporlar hazırlayan
gazeteciler de, BDP otobüslerinde zafer işareti yapanlar da bir
şeyi unutuyor: Bu sorun, Türkiye'de, "vatandaşlık
görevi" çerçevesinde ve zorunlu olarak bile olsa, pek çok
evden şehit cenazesi çıkmasına neden oldu. Şimdi o evlerde acılı
aileler var. Çözüm çabalarında bu olgu niçin göz ardı ediliyor?
Bu sorunu, bir tarafın sözcüsü haline gelerek çözemeyiz. Bu
sorunun bütün mağdurlarının duygusunu eşit oranda yönetemezsek
bilin ki Kürtleri mutlu edelim derken, başka kıvılcım çakmış
oluruz.
Bu meselede başrol oynamaya hevesli olanlar, metropollerde Kürt
kökenli bir aileyle komşuluk yapan bir şehit yakının o aileyle olan
ilişkisini de bu 'çözüm çabası' içerisinde dikkate
almak zorunda.
Sadece tek tarafın memnun olduğu çözüm kalıcı çözüm olur mu?
Tamam, bu sorunu çözelim, ama nasıl?
Evet, devletin onlarca kusuru var. Evet, devlet bu ülkede farklı
kesimlere farklı nedenlerle büyük sıkıntılar verdi. Bir tarafta
'30 bin insanın ölümünden sorumlu Abdullah Öcalan'
varsa, diğer tarafta da Ergenekon'da, Dağlıca'da, Aktütün'de
gördüğümüz tabloların ve on binlerce ‘sahipsiz’
ölümün sorumluları var.
Bu ülkede bir idam sehpası kurulacaksa, bana göre de Abdullah
Öcalan'ın önünde ve arkasında hayli uzun kuyruklar oluşur.
Fakat bu işte hiçbir günahı olmayan, hiçbir şekilde taraf
olmamış, tamamen vatandaşlık görevi olarak meseleyle yolu kesişmiş
şehit yakınlarının duygularına kim tercüman olacak?
Kim bunların acısına ortak olup bu duyguyu yönetecek? Kim bu
acıların kabarmasının önüne geçecek?
Bu kimin sorunu?
Aydınlar, gazeteciler meselenin bu kısmını niçin
unutuyorlar?
Üstelik bazı aydınlar PKK sözcülüğüne soyunmakta bir beis
görmezken, şehit yakınlarından ve onların acısından bahsedenleri
"milliyetçi duyguları istismar etmekle" itham
ediyorlar. Dağda ölen PKK'lının hakkını savunmak özgürlük, aynı
çatışmada ölen günahsız bir askerin hakkını savunmak ise
şovenistlik olarak lanse ediliyor.
Bazı aydınlar neden şehit yakınlarının duygularını anlamayı
günah görüyor?
Neden ve kimden korkuyorlar? Utanıyorlar mı? Doğrusu çok merak
ediyorum.
Bugünlerde 'PKK meselesi'ni kendi meselesi
olarak görmeye başlayan aydınların, gazetecilerin PKK'ya şu
soruları sormaları gerekmiyor mu?
Hem çözüm diyorsunuz, hem devletle Abdullah Öcalan'ın anlaşmak
üzere olduğunu ileri sürüyorsunuz, hem barışa daha yakın olduğunuzu
söylüyorsunuz, hem 'silah bırakmak dahil her şeyi
konuşabiliriz' diyorsunuz ama hem de sürekli birilerine
tehdit savuruyorsunuz. Bu ne biçim barış istemektir? Bu ne biçim
hak savunmaktır?
Sadece tehdit de etmiyorsunuz, bu sorunun oluşmasında hiçbir
kişisel kusuru olmayan polisi, askeri de öldürmeye ara
vermiyorsunuz
Haksız mıyım? Eğer istenen barış ise bu savaş dili ve savaş
neden? Bu yöntemle bir "barış" gelse bile bu kimi
mutlu edecek ki?
Daha sorulacak çok soru var. Lakin aydınlarımız ele aldıkları
sorunun içinde eriyip gitmekten kurtulamadıkları için soru sormaya
da takatleri kalmıyor.