Habertürk gazetesi Necip Fazıl Kısakürek’in de bulunduğu bazı
aydın, yazar ve düşünce adamlarının hükumete yazdıkları mektupları
yayınladı.
Mektuplarda yazarlar hükumetten para talebinden
bulunuyorlar.
İstenen meblağların küçüklüğüne bakınca, o dönemde düşünce ve
edebiyat adamlarının gerçekten ciddi sıkıntılar çektiğini
anlıyoruz.
Haber olanlar arasında Peyami Safa, Yahya Kemal Beyatlı gibi
birçok önemli isim olmasına rağmen mesele geldi Necip Fazıl
üzerinde yoğunlaştı.
Zaten haber de tamamen Necip Fazıl üzerine kurulmuş. Peyami
Safa’nın, Yahya Kemal Beyatlı’nın mektupları pek ayrıntılı
değil.
Sanki diğerlerinin bu türden bir ‘defo’ya sahip
olmalarının yadırganacak bir durumu yok.
Bu mektuplar sıradan bir şey değil. Elbette ortada insanı
rahatsız eden bir tablo var. Düşünce adamlarının bu paraya
muhtaç olmaları ve bunu başbakana yazdıkları
‘taviz’ veya ‘tehdit’
mektuplarıyla gidermeye kalkışmaları gerçekten üzüntü verici.
Fakat bu, sadece bu insanların sorunu değil. Bu utanç
hepimizin. Bir yazarın eşini doktora götürmek için
başbakandan para isteyecek durumda olması bu ülkenin başını
önüne eğdirecek türden bir tablodur.
Bir devletin kendi aydınlarını, düşünce adamlarını böyle
‘dilenci’ durumunda bırakması da en az o mektuplar
kadar rahatsız edicidir.
Örtülü ödenekten birçok saçma sapan işe harcanan paralar göz
önüne alındığında düşünce, fikir, edebiyat adamlarının böyle komik
rakamlara muhtaç bırakılması dönemin siyasetçilerinin nasıl bir
kumaşın ürünü olduğunu da gösteriyor.
Peki o dönemin arşivleri açılıyor olması, bugünün arşivlerinin
de gelecekte açılacağı anlamına mı geliyor?
Sanırım böyle bir beklenti var: “Gün gelecek Tayyip
Erdoğan’dan para talep eden yazarların da listesi
açıklanacak.”
Bugünün bir arşivi olduğunu sanmıyorum. Çünkü işler daha
şeffaflaştı. Metot değişti. Artık her şey herkesin gözü önünde
oluyor. Bu nedenle bir arşive de, o arşivin açılmasına da ihtiyaç
yok.
Kimin iktidarla nasıl bir ilişki içinde olduğunu artık herkes
biliyor. Kimin iktidar ‘yandaş’lığı üzerinden
servetine servet kattığı, kimin hak etmediği halde yüklüce maaş
aldığını, kime hiçbir fikri olmadığı halde yüksek paralar
karşılığında TV’lerde amigoluk yaptırıldığını, “En çok
parayı kim verirse onun borusunu öttürürüm” diyenlerin
itibarlı köşe yazarı muamelesi gördüğünü, gazete ve TV’ler arası
transferlerde tek kriterin ‘taraftarlık’
olduğunu…
Bütün bunlar herkesin, hepimizin gözü önünde olan olaylar.
Köşe yazarlığının bu kadar değersizleştiği, etkisizleştiği,
anlamsızlaştığı bir dönemde verilen yüksek maaşların bir anlamı
vardır değil mi?
Hiçbir esaslı iş çıkarmadan, işe yarar bir söz söylemeden,
düpedüz kahvehane muhabbeti yapanlara bu yüksek paralar niçin
ödeniyor ki?
Bunun adı kalemin iktidarla çıkar ilişkisi değil de nedir
ki?
Özellikle de bazı gazete ve TV’lerin, esaslı bir müşterisi de
olmadığı için milyonlarca dolar zarar ederken, o gazetede köşe
yazarlığı veya program yapanlara on binlerce dolar maaş bağlanması
başka nasıl izah edilir ki?
Bunların kim olduğunu anlamamız için arşive ne gerek var!
Gazeteleri elinize alın zaten göreceksiniz.
Necip Fazıl'ın çıkardığı “derginin borcunu ödemek
için” 20 bin lira istemesi, Peyami Safa’nın “eşini
tedavi ettirmek için” başbakandan yardım talebinde
bulunması günümüzde ödenen meblağların yanında çok masum
kalıyor.
Türkiye’de ne düşünce kendini siyasetten, maddi endişeden
arındırabildi, ne de siyaset düşünceye ve düşünce adamlarına bu
ülkenin yüksek değeri gözüyle bakabildi.
Siyaset düşünce adamlarına ancak kendisi gibi düşündüğünde değer
verdi, el üstünde tuttu.
Necip Fazıl’ın, Peyami Safa’nın, Yahya Kemal’in
hayatlarını sürdürmek için Menderes’ten para istemeleri haber
oluyor. Bence bu devirde asıl haber olması gereken büyük düşünce ve
edebiyat adamı şair Sezai Karakoç’un iktidar karşısında takındığı
tutumdur.
Çünkü farklı ve değerli olan, şaşkınlığa düşüren Sezai
Karakoç’un yaptığıdır.
Bu dönemde haber olması, insanları şaşkınlığa düşürmesi
gereken, aydınların iktidarla girdikleri parasal ilişki değil,
iktidarlarla hiçbir ilişki kurmadan hem kişiliğinin, hem de
düşüncesinin bağımsızlığını koruyanlardır.
Meseleyi herkesin bildiğinin farkındayım. Ama
çocuklarımıza anlatacağımız ‘esas hikayenin’ bu
olduğunu düşünüyorum. O nedenle bir kere daha hatırlatmak
istedim.
Biliyorsunuz Sezai Karakoç’a AK Parti iktidarı döneminde
iki sefer ödül verildi. İlki Kültür Bakanlığı'ndan, ikincisi
Cumhurbaşkanlığı'ndan.
Kültür bakanlığının verdiği ödülün parasal karşılığı
yanılmıyorsam 500 bin TL idi. Asgari yaşam standartlarında hayatını
sürdürmeyi bir tercih olarak seçen Sezai Karakoç bu iki ödülün de
parasal kısmını almayıp, sadece plaketlerini alarak müdanasız bir
hayat sürdürerek itibarın korunabildiğini hepimize
göstermiştir.
Örnek alınacaksa bu alınmalı diğeri değil. twitter.com/acikcenk
Bu yazıya
Facebook'ta yorum yapmak
için tıklayın