Ergenekon davasında son dalgayla gelen operasyonlarda bariz bir haksızlık yapıldığına inananlardanım. Gözaltına alınanları tanımıyorum. Fakat sızan bilgilere bakınca, bu düşüncem muhkemleşiyor.
Hattâ bu davayı yürütenlere Hanefi Avcı operasyonundan beri güvenimi kaybettiğimi özellikle belirteyim.
Cumhuriyet tarihinin en büyük çetelerle mücadele süreci ne yazık ki bir hesaplaşmaya dönüştürüldü. Siz de görüyorsunuz değil mi?
Bu dava bahane edilerek devreye grup, cemaat, kişi menfaatleri sokuldu.
Türkiye’nin geleceği bir grup tarafından ipotek altına alınıyor.
Dava şirazesinden öyle bir çıktı ki, birileri, 28 Şubat döneminde muarızlarını dinlemesi için kullandıkları Hanefi Avcı’yı, o dinleme kasetleriyle vurmaktan bile çekinmedi.
İşte bütün bunlardan dolayı bu dava üzerinden çetelerle mücadeleyi sürdürenlere güvenim kalmadı.
Gördüğünüz gibi, bu davayla ilgili görüşlerim, son operasyonu protesto için Taksim'de yürüyenlerle benzerlik taşıyor.
Benzer düşünüyor olmamız benim de Taksim’de olmam için yeterli bir sebep midir?
Niçin son operasyonlarda haksızlık yapıldığını düşündüğüm halde, bu haksızlığı ortadan kaldırmaya veyahut geçersiz kılmaya dönük bir çaba içerisinde değilim?
Bu sorulara cevap olarak sizlere bir hikaye anlatacağım.
Gazetecilerin güneşli bir Pazar günü son operasyonlarda gözaltına alınanlara destek olmak amacıyla Taksim’e gitmelerini duyunca aklıma gelen hikayeyi.
28 Şubat sürecinin en çetin günlerindeyiz. İkna odalarının kurulduğu, başörtüsü yasağının en ağır biçimde uygulandığı, binlerce genç kızın büyük bir çaresizlikle tercihe zorlandığı günlerdeyiz. Bu genç kızların kendilerine yol gösterecek, yardım eli uzatacak birini çaresizce beklediği günlerde.
Hatırlıyorsunuz değil mi? Hem o dönemi, hem de bütün bu haksızlıklara karşı yapılan "protesto eylemlerini"?
Memleketin anlı şanlı İslamcı, aydın, yazar, çizer takımının önderliğinde ilginç bir protesto tarzı geliştirilmişti: Her Pazar sabahı Eyüp Camii’nde sabah namazı kılmak.
İşte bu eylem sürüp giderken, bir genç, bu protesto eylemine katılması için İsmet Özel’i telefonla arar.
“İsmet bey başörtüsü yasaklarını protesto etmek amacıyla bu hafta Pazar günü Eyüp Camii’ndeki sabah namazına siz de katılır mısınız?” diye sorar.
İsmet Özel bu daveti yapan delikanlıya “Niçin Pazar günü gidiyorsunuz? Mesela niçin pazartesi değil? Veyahut hafta içi bir gün değil? Eğer hafta içi bir gün giderseniz, ben de gelirim.” diye cevap verir. Bunun üzerine delikanlı “ Efendim Pazar günü daha kalabalık oluyor diye o gün seçilmiş. Diğer günlerde herkesin farklı işleri var” diye karşılık verir.
İsmet Özel bunu anlattığında kendisine sormuştum: "İsmet bey niçin Pazartesi? Veyahut hafta içi? "
İsmet Özel: “Bu yasağı protesto edenler kendilerinin en rahat olduğu günü ve en rahat oldukları protesto türünü seçmişler. Eğer amaç sokağa çıkmaksa, önce kaybetmeyi göze almak lazım. Pazar günü gidince, kimse ne işinden ne de rahatından ödün veriyor. Hem rahatımız kaçmayacak, hem de protesto yapmış olacağız, öyle mi?” dedi.
İşte, "Pazar günü Taksim’de Nedim’e, Ahmet'e destek yürüyüşü var" denince, aklıma bu hikaye geldi. Konfordan taviz vermeyen bir "hak arama eylemi" de bugün yapılıyor.
Gerçekten ortalıkta bir haksızlık olduğunu düşünüyorsanız ve bu haksızlığı ortadan kaldırmaya niyetliyseniz, önce kaybetmeyi göze almanız gerekmez mi?
Birçok kişi hatırlayacaktır: 28 Şubat günlerinde yasak sürerken, baskılar her geçen gün artarken, Pazar günleri Eyüp Sultan'da protesto niyetine kılınan sabah namazları da sürüp gitti. Ne yasağı uygulayanlar bu namazlardan rahatsız oldu, ne de o sabah namazına gidenler süreci etkileyemediklerini görüp başka yol aradı.
Öyle ki, dindar kesim arasında bu protesto zamanla ailece gidilecek, çoluk çocuğu dışarı çıkarma etkinliğine dönüştü.
İşte bugün bu eylemi yapan gazetecilerin protestolarının ağırlığını, çapını, sonuç alabilme ihtimalini Eyüp Sultan’da Pazar günleri kılınan sabah namazı protestocularınınkine benzetiyorum.
Demem o ki, hangi kesimden olursanız olun, kendi hukukunuzu bu aydın, yazar, çizer, gazeteci takımının namusuna teslim etmeyin. Bunlardan işinize yarayacak, sahici bir hareket beklemeyin. Yoksa hapiste çürüyüp gidersiniz.
Bugün eylem yapan bu arkadaşların konforuna bakınca "İstanbul’da yaşayıp da güneşli bir Pazar günü yürüyüş için Taksim’e gitmeyenleri ayıplamak lazım" diye düşünesim geliyor. Öyle değil mi?
Kaldı ki, düzgün bir protesto yöntemi bulsalar bile, kendi kalemlerini özgür, namuslu, vicdanlı, cesur hale getiremeyenlerin katıldığı ‘protesto eylemleri’nin bir sonuç vereceğini düşünmek için akıldan ve iyi niyetten yoksun olmak lazım.
Bir de tehlike var: Bu tür reklam kokan, sonuç almaktan uzak protesto eylemleri, yapılan haksızlıkların toplum tarafından kanıksanmasına, sıradan görünmesine yol açarak, haksızlığa uğrayanın değil haksızlık yapanın işine yarayabiliyor.
Velhasıl bugünkü yürüyüş sahici bir protesto olmaktan uzak. Katılımcıların geçmişte yapıp ettiklerini anımsayınca, buradan sahici bir şey çıkma ihtimalinin zayıflığı hemen görülüyor.
Katılımcıların büyük çoğunluğu farklı dönemlerde farklı bir korkuya yenik düşenlerden oluşuyor. Çoğunun bugün yazdıklarına baksanız, yine benzer bir korkuyu göreceksiniz.
İnsanın ruhuna korku sindi mi, bütün eylemleri ahmakça olur. Giderek adileşir.
Önce korkuyu alt etmek gereklidir.
Son operasyonları eleştirmek için yapılan bir önceki protesto yürüyüşün sembol ismi, ağzı bantlı Can Dündar’dı. Hatırlıyorsunuz değil mi?
Yürüyüş resimlerinde gördüm, bu seferki sembol isim Sedat Ergin.
İçinizde 28 Şubat sürecinde askerin sözcülüğüne soyunarak asker adına dönemin başbakanına haddini bildiren Sedat Ergin'i hatırlamıyor musunuz Allah aşkına?
O gün asker desteğiyle kendinden olmayanlara karşı despotlukta, kabalıkta, zorbalıkta, sınır tanımayanların, bugün katıldıkları "adalet" gösterilerinde sahicilik aramak beyhude olmaz mı?
Nasıl bu arkadaşlar protesto eylemlerinde Aydınlıkçılarla beraber görünmekten imtina ediyorlarsa, ben de bu yürüyüşe katılanların bir kısmıyla bir arada görünmekten imtina ediyorum.
Üstelik bütün bu gösteriler, mezarlıktan geçerken korkmadıklarını göstermek için ıslık çalmaya benziyor.
Ölüme inananın ıslık çalmaya ihtiyacı var mı?