Bugün bayram. Kurban Bayramı. Aslına bakarsanız bayramlar dargınların barıştığı hoşgörü günleridir.
Kötülerin affedildiği, zalimlerin zulümlerinin bile unutulmak için mazlumların hazır olduğu günlerdir…
Daha doğrusu, mazlumlara, “size yapılan kötülükleri unutun, o kötülüğün faillerini affedin” diye (bence) çok da doğru olmayan bir tavsiyenin yerine getirilmesinin istendiği gündür yani…
Çünkü…
Dünyanızı karartan, size zarar vermek için aksiyon filmlerinin kötü adamlarının, iyi adamları pes ettirmek, ya da onlara istediklerini yaptırabilmek amacıyla çocuklarını kaçırmaları gibi ailenize saldıran zayıf karakterli insanları da affedip hoş görebilmek mümkün değildir…
Çok düşündüm ve bundan bir hafta kadar önce geldiği halde, yayımlamak istemediğim bir okur mektubunu bugün; bayramın ilk günü yayımlayacağım...
Neden mi?..
Medyamızda çöreklenmiş "son kullanım tarihi geçmiş, pörsümüş, yalama olmuş, götürücü” kimi kalemleri affetmenin kendime “zulüm” olduğunu asla aklımdan çıkarmamak için…
Az sonra okuyacağınız yazıyı, yukarıda sözünü ettiğim bir okur mektubuna cevap amacıyla yazdım ama göndermedim…
Neden göndermedim?..
Çünkü aleyhimde yazan ve kendi patronu tarafından, “benden çok para götürdü” diye “götürücülükle” suçlanan o arkadaşı bile cevap vermeye değer görmemiştim…
O nedenle, okuduğunuz şu “mektup” kimlikli yazımı bana hakaret amaçlı “mail” gönderen biriyle paylaşmanın da değmeyeceğine karar verdim…
Ne var ki yazdıklarımın boşa gitmesini de istemediğim için sizlerle paylaşmak istedim…
Efendim;
Kendini “bir okur” olarak tanıtan kişi, gönderdiği elektronik postada, “götürücü” yazarla beni kıyaslıyordu…
“Sen kaç paralık adamsın ulan!” diye başlayıp, “götürücü” yazarın servetinin benden çok olduğunu hatırlatıyordu…
Onun 300 bin satan ulusal bir gazetede yazdığını benim ise kendime ancak bir internet sitesinde yer bulabildiğimi…
“Adam” olsaymışım benim de o (götürücü) yazar kadar yüksek maaşı hak etmem gerektiğini ama mutlaka alamadığımı;
Ve o (götürücü) yazarın çok güçlü olduğunu, benim gibileri isterse bir kaşık suda boğdurabileceğini (dikkat!.. Kendi boğmuyor, boğduruyor) falan filan…
Mektup bir okur mektubundan daha çok “tehdit” amaçlıydı ve sanki bizzat o yazar tarafından sahte bir isimle gönderilmiş gibiydi…
Öfkelendim tabii, aksi mümkün mü?..
Yine de sakin olmaya çalışarak klavyemin başına geçip aşağıdaki mektubu yazdım o mailin sahibine; buyurun okuyun lütfen…
Hepsi emanet…
Yazdıklarınıza ne demem gerektiğine karar veremedim. “Eleştiri” mi; “tehdit” mi, “hakaret” mi yoksa müridi olduğunuz götürücü yazara “yağcılık” mı; anlayamadım?..
O nedenle size göndermek amacıyla yazacağım satırlara Dafneli’lerin bir sözüyle başlayacağım.
“Yaşarken batmayan diken, öldükten sonra hiç batmaz”…
Bakınız;
Saydıklarınız ve “hasletmiş” gibi sunduklarınızın hepsi götürücü yazarınızda, bendekilerden çok daha fazladır…
Büyük ihtimalle o götürücü yazarın üzerindeki giysileri de benimkilerden çok pahalıdır ve hatta markadır…
Büyük ihtimalle arabası değil, arabaları vardır; benim bir tane bile yokken ve hepsi de çok lüks otomobillerdir…
Büyük ihtimalle; Ankara’nın en lüks semtlerinden birinde kocamaannn, şömineli bir eve de sahiptir;
ben, bana ait olmayan 87 metrekarelik ama sevimli bir yuvada oturuyorken…
Ama sahip oldukları o maddelerin hiçbiri onun değil ki…
Hepsi emanet…
Öbür, asıl, kalıcı dünyaya giderken o da ben de birkaç metrelik bez parçasına sarılı gideceğiz…
O belki benden biraz daha fazla bez götürür zira sanırım benden 3-5 santim daha uzun boylu…
Beni; çok sevdiğinizi sandığım o götürücü yazarla kıyaslayacaksanız ille de; kendi değerlerimizle kıyaslayın, üstündeki çullar, altındaki demirlerle değil…
Onu pek bir güzel övüyorsunuz ama övgülerinize “dayanak” olarak sıraladıklarınızın hiçbiri onun değer kattığı şeyler değil…
Meselâ sahip olduğu iddia edilen 25 milyon Dolarlık servet, bankada onun adına kayıtlı olduğu için mi “değerli”?..
Yoooo…
Altındaki otomobilleri, oturduğu ihtişamlı evler de keza öyle…
Hepsi de piyasada bazen yükselen bazen düşen maddi “ŞEY”ler…
Örneğin o arabalar da ruhsatta onun adı yazdığı için “değerli” değil;
üreten kurumun değeri o…
Oturduğu eve ve semte bilindik “değeri” sağlayan da o arkadaş değil..
O, olmayan değerini yüceltmek için o semtte ve öylesi pahalı ve lüks bir evde oturuyor…
Siz bir yarış atı satın almak isteseniz; üstüne serili o güzelim şık örtüye, dizginlerine, üzengilerine mi bakarsınız?..
Yoksa bacaklarının güçlülüğüne mi?..
Akıl sağlığınız yerindeyse tabii ki atın kendinin olana; yani bacaklarının güçlü olup olmadığına bakarsınız…
O halde beni ille de; kafası bacaklarından ve midesinden önce yaşlanmış o götürücü yazarla kıyaslayacaksanız, benim olanla onun olanları kıyaslayın…
Yani; Akıllarımızı kıyaslayın…
Yani; yüreklerimizi kıyaslayın…
Yani; karakterlerimizi kıyaslayın…
Yani; ruhlarımızı kıyaslayın…
Her şeye rağmen sevgilerimle…
* *
*
Yaa işte böyle bir mektuptu ama dedim ya göndermedim…
Sizlerle paylaşmayı tercih ettim…
Hem götürücü yazar ve hem de müritlerinin bu köşenin “müdavimleri” olduklarını biliyorum…
Onlar da burada okusunlar istedim…
Hepinize iyi bayramlar efendim…