Uçaktan inenler uçaktan
düşenler
Dönemin başbakanı yayınlarını beğenmediği Sabah
gazetesini uçağına almamaya karar vermişti.
Yanılmıyorsam Roma'ya veya
Floransa'ya gidiyorduk.
Uçakta Başbakan'a şunu
söyledim:
"Bir daha Sabah gazetesini uçağa almazsanız, ben
de gelmiyorum..." Devam ettim: "Çünkü onun
itibarını değil, bizimkini
düşürüyorsunuz..."
Başbakan'ın uçağına bakıyorum.
..
O uçaktan bugüne kadar kimler indi...
Hasan Cemal artık yok...
Ferai Tınç, Enis Berberoğlu, Ekrem Dumanlı, Fikret
Bila yok..
Çevresine bakıyorum..
Mesela bir Cüneyt Zapsu'yu
göremiyorum.
Gazeteciler ve danışmanlar için uçaktan inmek insanı
düşürmez.
Ama bazen insan o uçakta gittiğini sanırken düşmeye
başlar...
Gazeteciler için asıl felaket işte
odur...
Bu dönem bir gün geçecek.
O zaman göreceğiz...
Medyada kimler uçağa binmeden yukarılarda kalmış, kimler
uçaktan indirildiği halde, hâlâ yükseklerde...
Kimler paraşütle atlayabilmiş...
Kimlerse bir paraşüt bile bulamayıp yere
çakılmış.
*
* *
Okudunuz
mu?..
Yok hayır...
Çok ayıp
çok...
Gazetecilik mesleği de futbol gibi ekip
oyunudur.
Birisi hepsi, hepsi birisi içindir...
Ekip oyunu ise yüksek ahlâk ve iş
kültürü gerektirir...
Düşünebiliyor musunuz?..
Köşe sahibi olduğu gazetenin genel yayın yönetmeni,
Başbakan tarafın-dan "sakıncalı"
bulunduğu için bir yurt dışı gezisine davet edilmiyor...
Geziden bir gün önce de; geziye davet edilmeyen genel yayın
yönetmenlerinin gazetelerinden,
Başbakan'ın "işine gelen, emrinin
dışına çıkmayan" yazarları da bir kahvaltıya davet
ediyor...
Ve...
O yazarlar, o toplantıya gidiyor, gidebiliyorlar...
Bunun adı "omurgasızlıktır"...
Bunun adı, köşe sahibi olduğu gazetenin patronajına ve genel yayın
yönetmenine hakaretttir...
Ve bazı yazarlar, genel yayın
yönetmenlerinin Başbakan tarafından istiskal
edildiğini bildikleri halde o kahvaltıya gittiler...
Ve daha da fenası...
Bir yurt dışı geziye götürülmesi sakıncalı bulunan Fikret
Bila, kahvaltıya katılan tek genel yayın
yönetmeniydi...
Yazık...
Bu yazarların bencillikleri gelecekte mutlaka karşılarına
çıkacak...
Ve...
Mutlaka bu ayıplarının hesabını vereceklerdir...
Vermeliler...
|
Bu satırların sahibi ben değilim...
Ertuğrul Özkök...
"Dönemin başbakanı" ise ANAP Genel
Başkanı Mesut Yılmaz...
Sabah'ın genel yayın yönetmeni
mi?..
Söyleyeyim: Zafer
Mutlu...
Bu olayı; yani Ertuğrul'un bu şövalya
tavrını ilk öğrendiğim gün, Özkök'e karşı sevgi ve
saygı duymaya başlamıştım...
İlerleyen yıllarda onu yakından tanıyınca, medyada
kendisine yapılan haksızlıklara ondan çok ben isyan
ettim...
Ertuğrul bu itirazını yapığı gün
Türkiye'nin en güçlü genel yayın yönetmeni ve köşe
yazarıydı...
İstemediği hiçbir gazete genel yayın yönetmeni o dönemin
başbakanının uçağına binemezdi...
Ama hayır...
O. istememek değil aksine, o dönemdeki en güçlü rakibinin
uçağa alınmamasına isyan ediyordu...
Bir de bugüne bakar
mısınız?..
Meselâ bugün biri çıkıp da Başbakan'ın son
gezisinde uçakta merkez medyanın genel yayın yönetmenlerinden bir
tekini bile göremeyince Başbakan'a;
"Bir daha merkez medyanın genel yayın
yönetmenlerinden birini dahi uçağa almazsanız, ben de
gelmiyorum..." diyebilir mi?..
Ve sonra şöyle devam edebilir mi?.
"Çünkü onların itibarını değil, bizimkini
düşürüyorsunuz..."
Ben hemen söyleyeyim:
İçlerinden hiçbiri bunları söyleyememiştir...
Aksine...
Başbakan'a "ne iyi ettiniz de
muhalif genel yayın yönetmenlerini davet etmediniz"
diyenler bile olmuşur...
Ey güzel
insanlar!..
Bilhassa da Özkök'ü, iktidar medyası yazarlarının
anlattıklarıyla tanıyanlar...
Lütfen bana inanın...
Çünkü...
Ben Ertuğrul'la en güçlü döneminde kavga
edenlerin başında geliyorum...
Erdoğan henüz başbakan olmadan önce onu
en çok destekleyenlerinden biri olduğum halde bir ufak eleştirim
yüzünden beni gazetemden kovdurduğunda; bana sadece bir tek kişi
destek vermişti:
Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul
Özkök...
Ve Fakat...
28 Şubat sürecinde koruduğum, yanlarında durarak
destek verdiğim hükümet medyasından bir tek arkadaş(!) bir telefon
edip, "geçmiş olsun" bile dememişti...
Bugün çok iyi anlıyorum ki Ertuğrul
Özkök'ün sahip olduğu sağlam karakterin
KDV'si bile o dönemde "dava
arkadaşı" sandığım islamcı medyadaki yazarların
karakterlerinden çok daha yüksek değer taşıyormuş...
İşte bakın...
Bir yanda, meslektaşlarından birini uçağına almayan
dönemin başbakanına kafa tutan Ertuğrul
Özkök...
Diğer yanda iktidar medyası dışında hiçbir gazetenin genel
yayın yönetmenini uçağına almayan Başbakanın
önünde Ahfeş'in Keçisi gibi
sürekli baş sallayan "Evet
efendim"ciler...
Doğrusu ne?..
Doğrusu şu:
Demokrasisi gelişmiş ülkelerde gazeteciler meslek ilke ve
ahlâkına mutlak surette uymak zorundadırlar.
Meslek ilke ve ahlâkı ise demokrasiye, hukuk
devletine ve insan haklarına kayıtsız şartsız bağlılıktan
geçer...
İktidar medyası (Ne yazık ki)
basın meslek ilke ve ahlâkından
yoksun...
Yoksun olmasaydılar eğer...
İçlerinden birini veya birkaçını sözcü seçip
Başbakan'a gönderirlerdi...
Sözcü Aydınlık, Yurt, Birgün ve
Evrensel gibi gazetelerin amacının
"gazetecilik yapmak" veya kamuoyunu bilgilendirmek
değil; kendisini ve Hükümetini sadece aşağılamak,
itibarsızlaştırmak olduğu için akredite edilmemelerinin doğal
olduğunu söylerlerdi...
Sonra da "Ama" deyip şöyle devam
ederlerdi:
"Merkez Medyaya da aynı akredite yasağını
getirmeniz kabul edilemez... Bu nedenle Uzakdoğu Gezisi ve
Dolmabahçe kahvaltısından affımızı
diliyoruz..."
Yapmadılar...
Yapamadılar...
Oysa Erdoğan'ı kendisine getirecek,
kibirden kurtaracak ve bir başına kalıp etraflıca
düşünmesine yol açabilecek bir yöntem olurdu...
Keşke öyle yapsaydılar...
İç siyasette öyle çok şeyi değiştirirlerdi
ki...
Yazık oldu...
iktidar medyasının yazarları çok büyük fırsatı
harcadılar...