Dindar, dinci ya da dinsiz olmaları fark etmiyor…

Dindar, dinci ya da dinsiz olmaları fark etmiyor…

Adnan Berk Okan adnanberkokan@gmail.com

İşlerine gelmiyor aabi…

İktidar yandaşlığını
veya iktidara sürekli çakmayı gazetecilik zannedenlerin artık şu sıradan, klasik düşünce modelini terk etme zamanları geldi de geçti bile…

Ama…


Buradan öyle görünüyor…

 İmamın biri köyün hem güzel ama hem de namuslu kadınlarından birine âşık olur.

Ama dedim ya kadın namuslu; hiç yüz vermez Hoca’ya...

Hoca da kene gibi…,

Yapışkan mı yapışkan…

Kadın “en olmayacak şeyi isteyeyim şundan da bir daha musallat olmasın” diye düşünür…

Bir gün hocayı çağırır:

“Üç şartım var, bunları yaparsan senin olurum” der ve şartlarını sıralar:

“Camide rakı içeceksin; cemaatin önünde şeyini göstereceksin, kocamın gözleri önünde yatacaksın benimle…”

Hoca kadının şartlarını kabul edip eyleme geçer…

Bir cuma namazında vaaz verirken yanına aldığı rakıyı bardağa doldurur:

“Ey cemaati müslimin” der. “Bu rakıyı haram olduğunu bile bile insanlar işte böyle içiyor"…

Bir yudumu da götürür bu arada…

Sonraki hafta cuma vaazında bu defa şöyle başlar söze:

" Ey cemaati müslimin… Bazı fâsıklar benim sünnetsiz olduğum yalanını yayarlar”…

Bu arada pantolon düğmelerini de çözer ve “işte bakın sünnetliyim” der…

Cemaat ise her iki olayı da eve gidince karılarına anlattığı için şartları ileri süren kadının da haberi olur bunlardan.

Sıra üçüncü şarta gelmiştir…

Hoca bir gün şerefede ezan okurken; camiin tam karşısında oturan ailenin adını da vererek başlar bağırmaya:

“Allah belanı versin utanmaz melun adam… Bari perdeleri kapasaydın… Azıtmışsın insanların gözleri önünde karınla yatmaya?”…

Adını duyan adam şaşırır, pencereden başını uzatır ki hoca halen bağırmaktadır…

"Yahu hoca, nereden çıkardın şimdi bunu?… Karımla pencerede oturmuş geleni geçeni seyrederiz” diye seslenir…

Hoca cevap verir:

“Ama buradan öyle görünüyor… İstersen gel bir de kendin bak…”

Adam camie gider, şerefeye çıkar…

Hoca da adamın evine gider…

Kadın söz verdi ya…

İtiraz etmez…

Hoca, adamın gözleri önünde eyleme geçer…

Durumu gören adam kendi kendine söylenir:

“Doğru valla yaaa… Buradan bakınca öyle görünüyor…”
 

Hayır…

Israrla köhnemiş düşünce sistemini kullanıyorlar…

Tahminim o ki; onlar da kuantum düşünce sisteminin geçerli olduğunu biliyorlar…

Ancak…

İşlerine gelmiyor aabi…

Kuantum düşünce modelini kullanarak cahil insan yığınlarını kandıramayacaklarının farkındalar…

O nedenle vehimliler…

O nedenle sürekli kuruntu yapıyorlar…

Can sıkıntılarının temelinde o korku yatıyor…

O nedenle sürekli yeni öcüler, yeni Gulyabaniler üretiyorlar…

Yaratıcı düşünceden nefret etmelerinin sebebi asla dindarlıkları değil…

Yani onlar da günümüz dünyasında tanrının yaratıcılığıyla insanın yaratıcılığı arasında fark olduğunu biliyorlar…

Biliyorlar…

Ama…

Bunu bilmeyen okurlarına anlatmak işlerine gelmiyor…

Onun için ben bunlardan sürekli “ikiyüzlü / riyakâr” diye söz ediyorum…

Dindar, dinci ya da dinsiz olmaları fark etmiyor…

Siyasal iktidara biat etmeleri veya müzmin muhaliflikleri de fark etmiyor…

Arthur Schopenhauer demişti sanırım 150 – 160 yıl kadar önce:

“İnsan mutluluğunun iki düşmanı acı ve can sıkıntısıdır”…

 

Bakın medyamıza…

İktidar (Yeni Şafak, Akşam, Star, Sabah, takvim)ya da muhalif (Sözcü, Yurt, Bugün, Birgün, Aydınlık) klasik yazarların makalelerini hatırlayın…

Hayat felsefelerini getirin gözlerinizin önüne…

Sürekli:

bir şeylerden acı çektiklerini,

kuruntulu (Vehimli) olduklarını,

tezlerini hayallerinin üzerine kurduklarını,

birilerine ve bir şeylere canlarının sıkıldığını göreceksiniz…

İyi ama…

Kendisi vehimli, canı sıkkın, morali bozuk, acı çeken, huzursuz biri okurlarına nasıl olup da moral verecek?..

Onları yaşama bağlayacak…

Gelecekle ilgili yelkenlerine umut rüzgârları üfleyecek…

 İşte, haberler ve verdikleri tepki ortada…

Onlar olayın hukukiliği, adaletsizliği, ahlâkî olup olmadığıyla ilgili değiller…

Onları alâkadar eden, eylemin kime karşı yapıldığı…

Birinin tecavüze uğraması değil mühim olan…

Kimin tecavüze uğradığı…

Ya da kimin tecavüz ettiği önemli…

“Neden?” sorusu mühim değil yani bu tipler için…

“Kim?” sorusunun cevabı önemli…

Çünkü bunlar “Neden” değil; “Kim” sorusunun karşılığına biat ederler…

Tecavüzcü kendilerinden biriyse mutlaka bir haklılık payı uydururlar…

Yok, eğer tecavüze uğrayan kendilerindense; tecavüzcünün ne anası kalır, ne avradı, ne çeteciliği, ne paralelliği…

Meselâ telefonların uyduruk mahkeme kararıyla ya da yasa dışı yollardan dinleniyor olması…

Normal şartlarda dinleyen kim olursa olsun iğrenç bir eylem değil mi?..

Evet, ama normalde…

Onlar için “normal” yok…

Onlar için sadece kendi pencereleri var…

Oradan gördükleri gerçek, başka pencereler kör…

O nedenle kendi mahallelisiyse telefonları dinlenen, dinleyene demediklerini bırakmıyorlar…

Ama…

Dinleyen kendileri, dinledikleri karşı mahalleden ise; “haşhaşi, çete, paralel, yalancı peygamber” oldukları için onları dinlemek hem mubah hem ahlâkî…


Yani ey güzel insanlar…

Bunlara söylenecek çok söz var dağarcığımda…

Ama…

Yargıya güvenemiyorum…

Çünkü yargı benden değil, bunlardan taraf…

Birinden değilse öbüründen taraf yani…

Objektif bir mahkemeye, vicdan sahibi bir savcıyla yargıca düşeceğimi bilsem, bunlar için neler yazacağımı biliyorum…

Hem de çok iyi biliyorum…

Ama…

Dedim ya…

Yargıdan umudum yok…