Kimine göre, Altan Öymen’in eşinin rahatsızlanması. Sanırsınız ki
tüm programı Öymen sırtlıyor. Üstelik varlığıyla yokluğu belli bile
değildi. Onsuz da olurdu, yerine biri de bulunurdu.
Keşke televizyonculuğumuz birinin yakını ciddi rahatsızlandığında programı yayından kaldıracak olgunluğa ulaşmış olsa. O noktadan çok uzakta olduğumuzu herkes biliyor.
Sonuçta. Yine de. “Dört Bir Taraf” yayından kalktığı için çok üzüldüm çok! Neden derseniz;
Birincisi, o dört kişinin (yok canım tam beş kişi) zihnimize ışık yakan parlak görüşleri olmadan nasıl yaşarız biz?
İkincisi, zaten o program tartışma kategorisinde izlenmiyordu ki. Geyik muhabbeti kategorisinde değil miydi? Hadi itiraf edin.
Üçüncüsü, ağır adamların çanak tuttuğu iki kadının mahalle kavgası kıvamında tartışması, Seda Sayan programı hissiyatı yaratıyordu, bir taşla iki kuş.
Dördüncüsü, “Dört Bir Taraf” yayındayken CNN Türk’ü atlama lüksümüz oluyordu, “ne diyorlar ki” demeden geçiveriyorduk.
Hadi söyleyin, kaçınız bu dört-beş kişinin herhangi bir konudaki fikrini merak edersiniz? Kaçınız bu kişiler kırk yıl ekrana çıkmasa fark edersiniz?
Diyeceğim o ki, kimsenin düşüncelerini merak etmediği isimleri (Abdülkadir Selvi’nin köşe yazılarını ayrı tutuyorum) bir araya getireceksiniz, izlenmeyecek. İzleyici nezdinde hiç karşılığı olmayanlara program yaptıracaksınız.
Yayından kaldırmak isteyince de, içlerindeki en varlığıyla yokluğu belli olmayan adamın eşinin hastalığını bahane edip programı bitireceksiniz.
Televizyon yöneticilerinin kendilerini zeki, milleti de sersem sanması sinir bozucu.
Hazır, program da bitmişken, Nazlı Ilıcak kendisine Ertuğrul Özkök ayarı yapmalı, estetik cerrahiden girip magazinden çıkan yazılar yazmalı.
Nagehan Alçı da, eski yayın yönetmenlerinin bir bir açıklamalarından mesajı almalı. Hazır Hükümetin kendisine medyada yer bulma desteğine sahipken, medyayı bırakıp Yiğit Bulut misali Erdoğan’ın danışmanlık kadrosuna alınmalı.
Hem program bitti diye iç çekiyorum hem de programdakilere kariyer danışmanlığı yapıyorum. Deli miyim ben neyim ki.
SAĞLIK BAKANLIĞI UYUYOR
MU?
Ankara’da bir hastane. Sağlık Bakanlığı’nın burnunun dibinde: Numune.
Tarih gibi bir hastane. Ülkenin tüm dertlerini çekmiştir, çekiyor da. Hep hor görülür yine de, onca değerine rağmen.
İş bilen yöneticiler atanmaz.
Hastane bahçesinde inşaat var. Hastalar etrafta. Tekerlekli sandalyeler çukura düşüyor.
Ambulanslarla inşaat araçları kördüğüm. Rezillik diyeceğim, az gelir.
Ortada bir tek yönetici yok. Güvenlik görevlileri
neye yetişeceğinden bıkmış.
Numune Hastanesi. Ankara’nın orta yerinde. Sağlık Bakanlığı’nın dibinde. Sahipsiz.
İnşaat. Gece yapılabilecek iş. Hafta sonu yapılabilecek iş en yoğun ve kalabalık saatte.
İnşaat işçisi çaresiz. Yap demiş birileri, kan ter içinde uğraşıyor.
Hastanenin içi ayrı bir rezillik. Güya danışma görevlileri, bölümlerin ön büro çalışanları var. Ellerinde cep telefonu. Ne hastayla ilgileniyor, ne sorularına cevap veriyorlar.
Kimsesiz bir hasta soru soruyor, görevli telefonundan başını bile kaldırmıyor.
Uzaktan görünce delirdim tabii, gittim masaya “Bana baksana sen” dedim, genelde bu sesi çıkarmam, “burada biri sana soru soruyor, bırak o telefonu cevap ver!” Zılgıtı yedikten sonra hastaya cevap verdi.
Hastane sahipsiz. Hastalar kimsesiz.
Tüm bunlar Doğu Anadolu’da, Güneydoğu’da değil, Ankara’da Sağlık bakanının burnunun dibinde oluyor!
Hikaye belli aslında. Devlet hastanelerini rezil edip, özelleştirmeyi çözüm göstermek.
İyi de kardeşim, oradaki garibana oluyor olan. Yazık değil mi? Hani kimsesizlerin kimsesiydiniz!
MUTERİZ…
Öyle zarif, öyle ince bir e-posta aldım ki, sizle paylaşmasam olmaz.
Önceki yazımda “İmam Hatip bana uymaz, itirazcıyım” dedim ya. Ali Osman Bey “selam ile” diye başlamış mektubuna ve şiir gibi devam etmiş:
"itirazcı değilseniz
imam hatip size yaramaz.
ve
o
itiraz yüzünden tarikatlarda
imam hatip çıkışlıları sevmez.
ne ise
yazınız güzeldi.”
Yine “selam ile” bitirmiş e-postasını.
Üslup o kadar zarif ve hoş ki, insanın Ali Osman Beye “Evet ama beni yanlış anlamışsınız” itirazı yapası bile gelmiyor.
AHMET’E NOT:
Eski dostum, birlikte kaymaklı yumurta yediğim
Ahmet Hakan’a bir not iletmem gerek.
Kuşkusuz kendisi durumun çok farkındadır ama yine de.
Çok okunup, ekranda çok görünmek çok sevilmek anlamına
gelmiyor.
Sadece siyasal iletişimci yazına verdiğim yanıt bile millette çöl
ortasında su muamelesi gördü ya, o kadar diyeceğim.
AKLIMDA KALAN
Sabah’ın reklamı: Tam diyorum ki, bu olay derste işlenir. O olay gidiyor yenisi geliyor. Derste neyi işleyeceğiz şaşırdık, kaldık. Tam kameralar önünden polis tarafından muhabir alınmasını konuşalım derken, Sabah reklam yayınlıyor. Hem de ne reklam. Biz iletişimcilerin yüz kızartıcı duruma örnek arasak bulamayacağımız türden. Haberin nasıl ters yüz edildiğini, yamultulduğunu medyanın durduğu yer belirler diye anlatırız derslerde. Bu eleştiridir. Haberle haberci arasında mesafe olması gerekir. Sabah öyle bir reklam yapmış ki, ülkemin medyasının içinde sürüklendiği, tarihte utançla anılacağı bir dönemi özetliyor. Yüz kızartıcı habercilik anlayışından kendisine övgü çıkaran reklam yapıyor. Olmaz ama bizde oluyor.