"U Turn", izlediğim en çarpıcı filmlerden
biriydi. İzleyicisine yaşadığı her ne ise, onun için bin şükür
ettirici bir film. Eski.
Sean Penn, Nick Nolte, Billy Bop Thorntone, Joaquin
Phoenix gibi dev isimler başrolde. Oliver
Stone yönetmiş.
Sean Penn çölün ortasında arabasıyla yol alırken karşısına
"U dönüşü yapabilirsiniz" tabelasının çıkmasıyla
başlıyor her şey.
Bizimki çöldeki "u dönüşü" uyarısının
abzürtlüğüne gülümseyip yoluna devam ediyor.
Böylece. Hayatının kabuslu günleri başlıyor. Olmaz denecek her
şey oluyor.
"U Turn" öyle durup dururken gelmedi aklıma.
Cumhurbaşkanının Gaziantep konuşmasını dinlerken aklıma
düşüverdi.
Devamlı okurlarım hatırlar. 30 Ekim 2014'te "Ak saray
Erdoğan'ın hayatını ikiye bölecek" başlıklı bir yazı
yazdım.
Saraya taşınmanın Erdoğan imajındaki en büyük kırılma noktası
olduğunu anlatmıştım.
O gün Erdoğan'ın epeyce yakınından biri arayıp düzeltmek
istemişti: "Ama biz ak saray demiyoruz ki, Cumhurbaşkanlığı
sarayı diyoruz."
İyi de. Sorun "ak" kısmında değil ki,
"saray" kısmında. Böyle cevaplamıştım.
Aradan günler geçti. "Saray"ı yumuşatıcı
etkinlikler düzenlendi, adeta yol geçen hanına döndürüldü.
Bu arada saray eşrafınca, Erdoğan'ın siyasi stratejisinde birkaç
hata varsa birinin bu "saray" ifadesi olduğu kabul
edildi.
Durum böyleyken. Bir şehidin babası saray yaptırılmasını gündeme
getirince. Süreç içerisinde gündeme gelecek yeni
iletişimsel çözüm öne çekiliverdi.
Antep'te. Erdoğan'ın konuşmasında. "Saray"
yerine yeni sözcükler devreye sokuluyordu. "Milletin evi" diyordu.
Büyük olasılık ikna edici olmayacağını düşündüğünden
"Cumhurbaşkanlığı Külliyesi" ifadesini de
ekledi.
Tutar mı? Bence ikisi de tutmaz. Çıkış yolunun
"Çankaya" örneğindeki gibi,
"Beştepe" semt ismiyle olacağını sanıyorum. Durun
bakalım bu ne zaman olacak?
ONLAR İYİLER...
Bu yılın başında. Hep. Sürekli. Eleştiren olmayacaktım,
söz vermiştim kendime.
Bir iyi bir de kötü varsa. Önceliğimi iyiyi
yazmaktan yana kullanacaktım. Olmadı.
Kötü ve vasat ne kadar prim yaparsa yapsın. Arada bir. İyi
olanın da hakkını vermek lazım.
Mesela Nazlı Çelik.
En son. Mustafa Kemal'e dil uzatan tiplere ağzının payını
verişini izledim.
Nazlı, hayatta duruşuyla, iş yapışını öğrencilerime
örnek gösterebileceğim az sayıda gazeteciden biri. İyi ki
var.
Mesela Mehmet Demirkol.
NTV'de. Futbol yorumluyor. Çoğu kafayı sıyırmış spor yorumcusu
camiasında. Soytarılığın zirve yaptığı o
dünyada.
Sporun kafa işi de olabileceğini gösterirken beyefendi
üslubundan hiç ödün vermiyor. Hem futbol yorumlayıp hem de saygın
olunabileceğini kanıtlıyor. Demirkol'u izlemek keyif veriyor.
MEYDAN OKU:
WHIPLASH
Önümde iki seçenek vardı: Biri Inarrutu'nun bol
Oscar'lı filmi "Birdman", diğeri az Oscar'lı
"Whiplash."
Inarrutu hastasıyım ama bol ödüllü filmler de
kabusum olunca. Az Oscar'lı olanı seçtim.
Whiplash. Nefesimi kesti. Oysa karanlık film
sevmezdim. Başrolünde biri yaşlı diğeri genç iki adamın oynadığı
filmlerde daral gelirdi. Whiplash'e
ba-yıl-dım!
Fletcher'ın "Zamanımızda aferin çok tehlikeli bir
sözcük" demesinin altına imzamı atarım.
İçinden müzik geçen filmlerde hep şarkıcılar anlatılır.
Odak şarkıcı değilse. Ya kemandır ya trompet, olmadı
piyano.
Bu filmde davul ve ziller başrolde. Ayrıntılar devleşiyor.
Whiplash. Kendini adamanın. Meydan
okumanın filmi. Bir şeyi çok istemenin. Tutkuyla istemenin. Baştan
çıkarıcı istemenin filmi. Gerisi bahane.
Çok istediğimizi sandığımız şeyleri, aslında sadece istiyormuş
gibi yapmış olduğumuzu yüzümüze vuruyor.
AKLIMDA KALAN
Arkadaşımın aşkı:
Arkadaşım fena aşık. Üstelik işsiz güçsüz bir adama. Ayıplıyor
değilim. Hayatta öyle bir zaman gelir ki sadece
aşk öncelik olur. Bizimki adama mesajla sormuş:
"Ne yapıyorsun?" Adamdan gelen cevap: "İşi
gücü bıraktım seni düşünüyorum!" Bizimki yüzünde mest
olmuş bir ifadeyle "Ayyyy ne şeker" demez mi! Tam,
"Tatlım, adam düpedüz züğürtüm diyor ama sana şeker
geliyor" diyecektim ki. Vazgeçtim. Aşk rüyasından
hemen uyansın istemedim.