Baştan söylemem gerek. Mucizelere inanmam. Belki de
hayatımda hiç mucize olmadı, ondandır.
"Mucize", Mahsun Kırmızıgül'ün son filmi.
Sinema dünyasında üstü örtülü bir şaşkınlığa yol açan film.
Mesela, nasıl olur da arabesk biri, Batılı bir sanat
dalında mahir olabilir şaşkınlığı.
Mesela, nasıl olur da alt kültürden biri üst kültüre
dair kayda değer bir şey üretebilir şaşkınlığı.
Başrol oyuncusu Mert Turak'a "Filmi gerçekten o mu
çekiyor?" sorusunu soranlar oluyormuş.
Aynı yamuk bakış, Mahsun'un "Güneşi Gördüm"
filminde de ortaya çıkmıştı. Bence kötü, kaba bir filmdi ve
şimdinin şaşkın kesimi o günlerde, o kötü filmi göklere
çıkarmıştı.
Sinemamızda tuhaf bir lobi var, Doğu ve
Güneydoğu konulu filmleri abukça göklere çıkarıp, daha film
çekilmeden ödüllerini rezerve ediyorlar.
Konumuz o değil. "Mucize"nin başarısı.
İki Mahsun var ortada.
Biri, "Hepimiz kardeşiiiiiz" feryadıyla
gırtlaktan yırtınıyordu.
Diğeri, sessizce filmini yapıyor.
Biri, vitrinde kalmak için takla atıyordu. Diğeri, sahne önüne
adımını atmıyor.
Hangisi gerçek?
İkisi de gerçek olabilir. Müthiş bir dönüşüm geçirmiştir ki,
öyle ise soytarılar dünyasında tersine dönüşüm, bir
mucizedir.
Ya da. İkisinden biri gerçektir, diğerini
oynuyordur.
Kanımca. İkincisi gerçek. Bir dönem. İkincisi,
birincisini/arabeskçiyi oynadı.
Arabesk olmayanın hayatta kalamadığı günlere gelmişti ilk
gençliği. Yontulmamış bir gırtlaktan okuyordu şarkılarını.
Yontulmamış gırtlağın milyonlarca alıcısı vardı.
Oysa o. Gırtlak yontmanın diplomasını veren konservatuardan
mezundu!
Yıllar önceydi. Türkmenistan'daki bir etkinliğe birlikte
katılmıştık. En meşhur olduğu günlerdi.
Şaşkındım. Aşkabat'ta birlikte takıldığım adam, gırtlağını
yırtan adam değildi.
Kurduğu cümleler, "entelim" diyen pek çok
kişiye fark atacak türdendi.
Ziyaret ettiğimiz bir mekânda, anı defterine bir paragraf
yazdı.
Arabesk cümleler arka arkaya sıralanacaktı, kendimi öyle
hazırlamıştım. Kalemi bırakınca bana döndü, "yazdıklarımı
okumak istiyorum, bakalım hocam nasıl bulacak" dedi ve
okumaya başladı.
O günlerde bu kadar pelesenk olmamış
"küreselleşme"den başlamış, uluslararası
ilişkilerden devam etmiş, kültür ve eğitimin önemini anlatan
incelikli bir paragrafla bitirmişti.
"Şaşırttınız beni" dediğimde, "Benden
beklemediğinizi biliyordum" dedi ve ekledi:
"Sahnede, ne istiyorlarsa onu veriyorum. Ama sahne
gerisinde çok çalışıyorum, konservatuvarlıyım."
Mahsun Kırmızıgül, "Mucize" filminin
başarısıyla, birçok ders verdi.
Mesela, gerçek başarıda mucizeye yer
olmadığını, sadece ve sadece çok çalışmak gerektiğini gösterdi.
Mesela, iyi bir iş yapınca mutlaka tavuk gibi
gıdaklamak gerekmediğini gösterdi.
Mesela, her film öncesinde ortaya atılan
magazin aşklarının orta yerinde, işini aşkla yapmayı gösterdi.
Son zamanlarda. Sonuçlar üzerine ahkâm kesmek, süreci görmezden
gelmek moda oldu.
ZEYBEK OYNAYAN ADAM NEDEN
ÇEKİCİDİR?
Üst üste birkaç arkadaşım "Adam ne güzel zeybek
oynuyor?" deyince kayıtsız kalmam olmazdı.
Önce Şeref Meselesi'nin fragmanında (yoksa jeneriğinde miydi?)
iki başrol oyuncusunun zeybeğini izlemiştim.
Arkadaşlarım söyleyince. Beyaz Show'da Burak
Özçivit'e baktım.
İyi zeybek oynayan adam kadınları neden etkiler, sayalım;
Bir, zeybek meydan okuyucudur.
İki, ağır adamın oyunudur.
Üç, sululuk kaldırmaz.
Dört, "bak ama dokunma" dercesine
kışkırtıcıdır.
Beş, keskindir, yumuşamaz.
Altı, boşvermiş bir tarzla kararlı bir hal
karışımıdır.
Bir de beyaz gömlek tabii:)
AKLIMDA KALAN
"Dönmeyenlerin sesi":
TRT Türk'te belgesel. Türkiye'den göç etmiş
insanlar anlatıyor. Hayatta kalma mücadelesini. Bu pazar. Sabah
kahvaltımın sürpriziydi. Dili öyle dokunaklıydı ki, eğlenceli bir
şey aradığım halde takılıp kaldım. Çayımdaki şekere tuzlu gözyaşı
da katıldı. Göç anlatıları bana çok dokunur. Neden
bilmem. Büyük olasılık özlemenin çaresizliği. Yarım kalmışlık.
Sıkışmışlık. Kimse mecbur kalmazsa memleketini terk etmeze
inandığımdan. Bu pazar. Genç bir adamın tanıklığı vardı ekranda.
Yurt dışında yaşayan Türklerin yıllar yılı "ne oralısın ne
buralısın" çıkmazını tersine çeviriyordu, "Anladık
ki, hem oralıyız hem de buralıyız" derken. "Bizi
hiç içlerine almıyorlardı, diskolarına giremiyorduk, gençtik ve
disko kapısından geri çevriliyorduk. Çünkü yabancı kotaları
vardı." O diskolara girebilmek için önce break dance,
sonra rap yapmaya başlamışlar. "Kavga ederek değil,
olumluya çevirerek kendimize yer açtık biz de" diyordu.
Almanya'da doğmuştu ama hep "Memleketinize ne zaman
döneceksiniz?" sorusuyla karşılaşıyordu. Memleketi
orasıydı zaten, nereye gidecekti ki... "Hep biliyordum biz
hiç dönmeyecektik memlekete" dedi ve şu cümleyi
eklediğinde bardağımdaki çay gözyaşından içilmez oldu: "Ama
ölünce döneceğim, çünkü Türkiye'de gömülmek istiyorum."
Tamam rap sevmem de, tüm bunları anlatan adam, ırkçılığa karşı
müzik yapan Microphone Mafia'nın solistlerinden
biriydi ve ben bu grubu nasıl atlamışım ki...