Bana göre TÜBİTAK yayınlarında yazması gerekir ama o siyaset yazmaya heveslidir. Yetinmez, üstüne bir de bu konuda kitap yazar.
Medya köşelerinin insanı sarhoş edici etkisi var. Bu kesin.
Ama ilk kez. Kayda değer bir yazı yazdı Berkan. İlk kez bana bir şey hatırlattı: Bir konuda yazmaya karar verdiğinde erteleme, hemen yaz.
Tamam da. Tek işim yazmak değil ki. Ders yükü. Danışmanı olduğum yüksek lisans, doktora öğrencileri. Mesela bir tanesi, oturmuş 1000 (yazıyla bin) sayfalık tez yazmış. Konusu itibariyle sözcük sözcük okunması gerek.
Annemin rahatsızlığı ayrı durum. Şehir şehir konferanslar ayrı iş. İletişim Araştırmaları yöneticiliği ayrı iş. Vs.
O yoğunlukta kafamı meşgul edip de yazamadığım konuyu Berkan bir güzel yazdı: Kafasından aşağı bir kova su dökme salgını.
ALS hastalığı için ciddi bir yardım ve farkındalık kampanyası bizde soytarılığa dönüştü, içi boşaldı.
Medyada olmak için her fırsatı kullanan Meryem Uzerli’nin deniz gözlüğü ile işin iyice cılkı çıkmış durumda.
O kadar ki, Cem Yılmaz da dayanamadı bu kadar soytarılığa, durumla dalgasını geçen video yayınladı. Onu bile anlamadılar.
Hüseyin Çağlayan söylemişti, sosyal medya boş insanların boş uğraşlarıdır diye. İşte öyle.
Her ciddi meselenin soytarılığa hevesli şöhretimsilerce içinin boşaltılması, alkışlanacak değil yüz kızartıcı bir durumdur.
Yardım kampanyalarının vitrin malzemesi yapılmasına, farkındalık kampanyalarının şöhrete malzeme olmasına hiç değilse medya yöneticileri bir mesafe koymalı.
Bu şaklabanlığa İsmet Berkan’ın dikkat çekmesi kadar, medya yöneticilerinin de ilkesel bir tutum takınma sorumluluğu yok mudur?
AKDOĞAN’I ANLARSANIZ, ERDOĞAN SİYASETİNİ ANLARSINIZ
Kıskançlık huyum yoktur. Sevgilimi. Meslektaşlarımı. Başarılıyı. Paralıyı. Şöhretliyi. Kıskanmam. Sanırım “sahip olma”ya meylim yok.
Ama. Cumhurbaşkanı/Başbakan Erdoğan’ın, danışmanı Yalçın Akdoğan’la ilişkisini hep kıskandım.
Düşünsenize. Size ve davanıza inanmış biri var. Yanınızda hep. Kişisel arzularını/meselelerini bir kenara koymuş. Kafasını hep sizin için kuruyor.
Erdoğan’ın kara kutusu Yalçın Akdoğan gibi.
Erdoğan’ın yaşadıkları, Akdoğan’ın düşündükleridir.
Erdoğan konuşuyorsa, Akdoğan dinliyordur.
Erdoğan heyecanlanıyorsa, Akdoğan soğukkanlı bekliyordur.
Hakkında. Yukarıda yazdığım ve aşağıda yazacağım her şeyi 8 Ağustos 2014’te, Yeni Şafak’ta yazdığı cümle özetliyor:
“Erdoğan’ın halkın seçtiği ilk cumhurbaşkanı olması şahsen benim için önemli bir siyasi amacın gerçekleşmesini ifade ediyor.”
Erdoğan ve Akdoğan dostluğunu mihenk noktası alırsak, ilişki yoksulu oluşumuz yüzümüze vurur.
Düşünün. Yürüdüğünüz yol nereye giderse gitsin, batağa ya da zafere, yanınızda yürüyeceğinden emin olduğunuz biri.
Herkesten yedi kilitle sakladığınız düşüncelerinizi yanında yüksek sesle söyleyebileceğiniz biri.
Hani belinize ip bağlayıp uçurumdan atlasanız ipin ucunu sıkı tutacağından emin olduğunuz biri.
Olsa. Emin olun şu an olduğunuz yerden çok daha yukarıda olurdunuz.
Hayatta yaşanabilecek tek lüks, tek zenginlik bu. Ve Erdoğan’ı tüm servetinin yanında buna da sahip kılan adam.
Yalçın Akdoğan’ın okunması güç yüzünü bilir herkes. Oysa. Tavla oynarken çocuktur. Yenilmeye tahammülü yoktur. Eğer siz öndeyken tavladan kalkarsanız kara listesine yazılırsınız. Akıllı olan, tavlada yenilmeden kalkmaz. O kadar.
Konuşmaz. Daha doğrusu vekil oluncaya kadar konuşmazdı. Sonra çeki düzen verme işi üzerine kaldı.
Ketumdur. Ki çoğumuz bu sözcüğü unuttuk. Onun bildiklerinin yarısını bilen, çoktan çatlardı. “45 yaşındayım birçok insanın bulunmadığı süreçlerin içinde bulunan bir insanım” derken, demedikleri yığın olur o cümlenin arkasında.
Meydan okumayı sever. Meydan okuyucu tarzı o mu Erdoğan’dan, Erdoğan mı ondan almıştır karar veremedim.
Sabırlıdır. Üzerinde yürünecek taşları yavaş yavaş dizer.
Dostlarını satmaz, dostlarını satanlarla da aynı masaya oturmaz. Etrafında çok adam olsa da dostları bir elin parmakları kadar yoktur.
“Muhafazakâr Demokrasi”yi yazsa da radikal demokrasiye inanır.
Karşısında konuşan kişi ona yalan söyleyemez. Çünkü gözleri radyoaktif şekilde ruhunuzu okur.
İlkeleri vardır. 13 Ağustos 2014’te, Yasin Doğan adıyla yazdığı gibi yaşar: “AK Parti'nin bir kişiyi dahi dışlama, kaybetme lüksü yoktur. Bu davaya hizmet eden herkes değerlidir ve başımızın üstünde yere sahiptir.”
Ne kadar 22 Ağustos’ta, “Ne çoluk çocuğum, ne de yeni yetmeyim” cevabını verse de, yine 8 Ağustos’taki yazısında dediği gibi düşünür: “Biz de belki halâ genç sınıfında sayılabiliriz.”
Bence. Ondan korkan çoksa da, onun bir yanı çocuktur.
Köşk’te. Ya da. Kabinede. Akdoğan’ın durduğu yerde Erdoğan’ın, Erdoğan’ın durduğu yerde Akdoğan’ın gölgesi mutlaka vardır.
BİRİNDEN ÇOK, BİRİNDEN YOK
Arkadaşım sosyal medyada dolaşan soruyu söylerken gülmekten ölüyor: “Yani şimdi bizim iki cumhurbaşkanımız, iki de başbakanımız mı var?”
Benim cevabım ise şöyle oluyor: “Yaaa evet, bizim ikisinden de ikişer tane var. Ama hiç muhalefetimiz yok.”
Bizimkinin yüzündeki gülücük donuyor.
AKLIMDA KALAN
“First lady” meselesi: Okur haklı olarak dürtüyor, “İletişimcisiniz ama Köşk’te, Hayrünisa Hanımın söyledikleri hakkında hiç yazmadınız.” Yanıtım basit, çok bildik bir söz var: “Adamı bulmak için kadını takip et.” Benim için konunun özeti bu, gerisi dedikodu yazarlarının işi. “First lady” konusunda benim esas canımı sıkan şey, bu ifadeye Türkçe bir karşılık bulunamamış olması. Çok ama çok ayıp.