Bazı durumlar var ki empatisi mümkün değil.
Yerin 2.5 kilometre altında klastrofobik dehlizlerde çalıştığınızı
düşünün…
Koyamazsınız o insanların yerine kendinizi.
*
Öyle bir emekçiliktir bu.
Emek kelimesinin fedakarlığın eşanlamlısı haline geldiği yerdir
orası.
*
İşyeri diyemezsiniz oraya, o yüzden işyeri kazası da
diyemezsiniz.
Cephedir orası..
Karşıdaki insanı öldürmeye gönderdiği uçakları , kendi insanını
koruyacak gökyüzünde İHA’lar haline getirebilen şu 21’nci Yüzyıl,
madenci çocuklarına, yakınlarına , “ Merak etme baban işe gitti,
akşam dönecek” garantisini veremeyen kahredici bir çaresizliğin
pençesinde seyrediyor yerin altıdaki insanları.
*
İiHA’ların SİHA’ların en gelişmişini yapıp ta, yerin altındaki
insanını koruyamayan bir çağın kurbanı onlar.
Düşmanın değil bu kahrolası çelişkinin alıp götürdüğü
insanlarımız…
*
Hepsine Allahtan rahmet ailelerine, arkadaşlarına dayanma gücü
diliyorum.
*
Hepimizin başı sağolsun.
Benim kuşağımın en büyük enigmasının da adıdır bu…
Bob Dylan’ın 1965 yılında çıkan “Like A Rolling Stone” şarkısının
adından geliyor.
1968 kuşağının Rock’n Roll ve Karşı Kültür kanadının en önemli
şarkısıdır diyebilirim.
Bir “Anti Bella Ciao” baladıdır.
Bana sorarsanız; Bob Dylan’ın Nobel Edebiyat ödülünü almasının
nedeni, o şarkıdaki “How does it feel” diye başlayan bölümdür.
“Nasıl hissettiriyor…Nasıl hissettiriyor
Evsiz olmak
Tam bir bilinmezlik gibi
Yuvarlanan bir taş gibi…”
İşte bu şarkıda geçen “Nasıl hissettiriyor” sorusu, daha
doğrusu
cevabı bizim kuşaklarımız için 57 yıldır çözmeye çalıştığımız bir
enigma oldu.
Bir “Annus Horrisbilis”, yani en kötü yıl şarkısıdır.
Bob Dylan’ın, Londra konserinde yuhalandığı ve müziği bırakmaya
karar verdiği günlerde yazılmıştır.
Ben de kendim için öyle bir yılda, sadece bu şarkı için “Annus
Horribilis veya Script Mortem Post” adlı küçük bir kitap
yazdım.
Sadece 100 tane basıldı ve sadece arkadaşlarıma dağıttım.
Neyse konumuz bu değil, Rolling Stone dergisinin kurucusunun
hatıraları.
Rolling Stone, 1967’de kurulan ve Rock’n Roll kuşağını en çok
etkileyen dergilerden biridir.
Aynı zamanda siyasi olarak da büyük ağırlığı vardı.
İşte o derginin kurucusu Jann S. Wenner iki hafta önce hatıralarını
yayımladı.
Kitap 2019 yılı Mayıs ayında New York’ta Altıncı Cadde ile Radio
City Müzik salonuna bakan bir ofiste başlıyor.
Wenner, kurduğu Rolling Stone dergisini bir şirkete satmış ve
ofisini toplamaya gelmiştir.
Böyle bir derginin kurucu editörünün odasında, alıp evine
götüreceği neler olabilir tahmin ediyorum.
Ben de kendi odamı böyle toplamıştım.
Bild Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Kai Diekmann’ın odasını
neredeyse telefonda konuşa konuşa birlikte toplamıştık.
Bir genel yayın yönetmenine gelen özel bazı eşyalar vardır.
Bende mesela rahmetli Oğuz Aral’ın imzalayıp verdiği bir Reiser
karikatür albümü vardı.
Hiç tanımadığım bir okuyucumun Hollanda’da yaptırtıp bana
gönderdiği bir Salome tablosu..
Görsel editörümüz Reha Erdoğan’ın yaptığı modern bir sandalye
tasarımı…
“Cehennem’in Ağzı” adlı bir Venedik maskesi…
Bir de Kai Diekmann’ın bana hediye ettiği, Helmut Kohl, George Bush
ve Gorbaçov imzalı küçük bir Berlin Duvarı parçası…
Wenner’in giderken yanında götürdüğü kıymetli hazinesinin
başında gonzo gazeteciliğin mucidi Hunter Thompson’un çektiği bir
fotoğrafı varmış.
Ayrıca Annie Leibovitz’in çektiği The Who Grubunun gitaristi Pete
Towsend’in, ellleri gitar çalmaktan kan içinde kalmış bir
fotoğrafı…
İkisi de gerçekten çok kıymetli…
Wenner’in ofisinden alıp götürdüğü bir başka obje var ki, beni
çok o düşündürdü ve bu yazının başlığı oldu.
Ünlü Amerikalı sanatçı Bob Grossman’ın yaptığı bir büst bu.
ABD Başkanı Bill Clinton’ın, burnu Pinokyo gibi uzamış bir
büstü…
Sanatçı bu heykeli, Clinton-Monica Lewinski olayı sırasında ifade
verdiği sırada yapmış.
Wenner “Bana göre harika bir Rolling Stone kapağı olurdu”
diyor.
Neden mi?
Onun cevabını da şöyle veriyor:
“Çünkü yalan söylemişti…”
Bunu söyleyen insan Demokrat Parti destekçiliği herkes tarafından
bilinen Rolling Stone dergisinin kurucusu ve editörü.
Clinton’ı kapak yapmışlar, ama Pinokyo burunlu büstünü
kullanmamışlar.
2019’un o mayıs günü ofisinden ayrılırken şunu söylüyor:
“Bob’un bu heykelini bugüne kadar kutsal bir emanet gibi sakladım.
Çünkü bana gazeteci olarak sorumluluklarımızı hatırlatıyordu…”
Bob Grossman, 2018 yılında öldü.
Onun bıraktığı sanat dosyasında iki başkanın daha Pinokyo burunlu
portresi var.
Nixon ve Reagan… O porteler bize diyor ki;
Popülizmin, diktatörlüğün hakim olduğu ülkelerde başkanlar
halklarına yalan söylerler.
Standart yani…
Ama demokratik ülkelerde, seçilmiş başkanlar da yalan söyler…
Oradaki fark ise şudur:
Demokratik ülkelerde başkanlar yalan söyler, ama medya da onların
yalan söylediğini söyler… Söyleyebilir.
Çünkü özgür medyaları vardır.
Çünkü halkı, başkanların ve siyasilerin yalanlarına karşı koruyacak
anayasal kalkanları vardır.
Şimdi Türkiye’de tam tersi ilginç bir durumla karşı
karşıyız…
Artık bir sosyal medya ve dezenformasyon kanunumuz var.
Amacı, “Toplumu yalanlara karşı korumak” olarak tarif ediliyor.
Ama herkesin bildiği bir sır var. Asıl amacı iktidarı, siyasileri
“Sosyal medyadan ” korumak…
Hadi bütün saftorikliğimizle diyelim ki; “Aman ne güzel, hem bizi,
hem iktidarı sosyal medya trollerinin şerrinden koruyacak… ”
İyi de, en saftoriğimizin bile aklına şu da gelmeyecek mi;
Bu kanuna el kaldıranlar, sosyal medyadan, trollerden gelecek
yalanlara karşı bizi korumayı mı amaçlıyorlar?
Yoksa kendilerini mi?
Ve asıl önemlisi; Bizleri yani sıradan vatandaşları, iktidarın,
devletin, kurumlarının, bir korku filmi gibi uzayıp gözümüze,
ağzımıza burnumuza soktuğu Pinokyo burunlarından kim koruyacak…
Hadi söylemeyeyim, siz kendi kendinize hatırlayın şu son 30 yılda,
40 yılda devletin tepelerinden bizlere söylenen çok tehlikeli ve
provokatif yalanları….
Anında hatırladınız değil mi… Zaten hiç unutamamıştınız…
Kimseler veya kanunlar koruyabildi mi bizi o yalanlardan…
Bütün yanlışlarına rağmen özgür bir medyayı yok ederseniz,
sosyal medyanın bütün telepati musluklarını kapatırsanız, bir süre
için tozpembe bir Alis Harikalar Diyarı yaratabilirsiniz.
O pesbembe tavşan deliklerinin içinde, uzamış burunlar bile
kendinize Brad Pitt burnu gibi görünür.
O burun, yayılan kötü kokuları hiç hissetmez…
Yani duymazsınız, görmezsiniz…
Unutmayın ki; Pinokyo hüzünlü bir hikayedir.
İlk yalan, gururunuza yediremediğiniz bir şeyle gelir. Masum bir
yalan gibi görünür.
Sonra bu yalanı başka bir yalanla örtmeye çalışırsınız, yalan
yalanı davet eder…
Sonunda en beyaz ilk yalan bile masumiyetini kaybeder…
Burunlar uzadıkça uzar, halkın gözünde kuyruklu canavarlar haline
dönüşür.
Pinokyo bir kukladır ama hareket etmek için başkasının elinde
tutacağı iplere ihtiyacı yoktur. Uzun burunlu başkan heykelleri,
sizin iplerinizden kurtulurlar, kurduğunuz tozpembe Alis diyarının
duvarlarını yıkarlar…
Bir bakarsınız ki, yıkık duvarların arkasında, WhatsApp hücrelerine
sığınmış devasa bir fısıltı “Underground’u” oluşmuş.
Mecburen Pinokyo burunları oraya da sokarsınız…Başka
“Undergound’lar bulurlar.
Kahvehane köşeleri, işyerleri, evler, sokak araları, pazar yerleri…
Her biri WhatsApp gruplarına dönüşür.
Vatandaşın yarısını muhbir yapsanız, başaramazsınız…
İşte o an fısıltıları duymasanız bile derinden gelen gurultusunu
hissetmeye başlarsınız.
Deprem gurultusu gibi bir şeydir…
Yaşayarak öğrendik. Vatandaşı tozpembe devlet yalanlarına karşı
koruyacak bir kalkan yoktur.
Ama kendini devlet sananlar da bilmeli ki, o “Underground” fısıltı
aleminden gelecek daha sinir bozucu daha tahripkar fısıltılara
karşı kendilerini koruyacak bir siber kalkan da henüz icat
edilmedi.
Üstelik, vatandaş fısıltıları çoğu kez, gerçek sıkıntıların
sesidir.
Yani daha bulaşıcıdır.… Mutasyon kabiliyeti daha fazladır.
Devlet kurumlarının çıkaracağı “ Resmi dezenformasyon bültenleri” o
devasa fısıltı aleminin içinde kimsenin farketmediği, hiçbir aklın
satın almadığı küçücük birer fanzin olarak kaybolup giderler.
Geriye o büyük gurultu kalır…
Duymadığınız o büyük gurultu sonunda seçim sandığında bir yanardağ
gibi patlar.
O nedenle derim ki;
Bırakın Pinokyo burunlu heykeller hiç olmazsa dergilerin
kapaklarında, instagram hesaplarında, sosyal medya paylaşımlarında
özgürce dolaşsın…
Emin olun herkesin menfaatinedir.
Biliyorum nafile bir yazı ama bir iletişimci olarak yine de
fısıldıyayım dedim…
Sürçü lisan ettiysek affedile…