Merhaba sevgili Korkmaz (Yiğit);
“Nasılsın?” diye sormayacağım çünkü bulunduğun şartlarda “iyiyim” desen de yalan söyleyeceğinden eminim…
Çünkü dünyada hiç kimse cezaevinde yatarken “iyi” olmaz sevgili Korkmaz…
Bu mektup nereden mi çıktı?..
Duymuşsundur; Mehmet Ali Birand ve Toktamış Ateş bir gün arayla öldüler…
Ateş siyasal ve toplumsal hayatımız için çok değerli ve bir o kadar da önemli bir akademisyen yazardı…
Kökten laikçi çevrelerin tepkisini çekme pahasına, farklı siyasi fikirlerle çok farklı sosyal mahalleler arasında diyalogu başlatan, Atatürk ilke ve inkılâplarının samimi savunucusu, laik sistemden yana bir çağdaş demokrat…
Siyasal İslâm’ın en etkin isimlerinden Abdurrahman Dilipak ile yaptığı kavgasız, gürültüsüz, güler yüzlü tartışmaları hafızalarımızda tazeliğini koruyor…
Aynı zamanda hem Cumhuriyet ve hem de tam tersi siyasi / sosyal görüşleri savunan Bugün’de herkesin sevgisini ve saygısını kazanacak kadar değerli makaleler yazan tek fikir insanıydı…
Ama onun bu çağdaşlığı; onun bazı yurttaşların ötekileştirilme çalışmalarının önüne kendini atması ve hele bir de Fethullah Gülen’le el ele görüntü vermesi; medyamızdaki diyalog ve din düşmanlarını çileden çıkardı…
Ve gördük işte…
Türkiye’ye ve ülke insanına, topluma katkısı (belki de) rahmetli Birand’dan daha fazla olduğu halde medyanın bir bölümü (ama en etkili bölümü) tarafından nasıl da görmezden gelindi…
Mehmet Ali Birand’a gelince…
İyi hem de çok iyi gazeteciydi…
Peki, “iyi insan mıydı?”.
Zor soru be Korkmaz!..
Cenazede olsaydım “iyi bilirdim” denildiğinde günaha girmeyi bile göze alarak susabilirdim…
Çünkü hayatımın asla unutamayacağın en büyük kazıklarından birini rahmetliden yemiştim…
İşte o nedenle hakkımı bile helâl eder miydim halen bilemiyorum?..
Ama…
Sağlığında ona “vatan haini” diyenlerle de hep mücadele ettim…
Hem de yaptığı kimi gazeteciliği eleştirdiğim halde…
Çünkü yaptığı gazetecilik bana ters geliyordu ama o mesleğini yaptığına, hem de en iyisini yaptığına inanıyordu…
Meselâ, Öcalan belâsını başımıza belâ sararken “millete kötülük” değil, “müthiş bir gazetecilik” yaptığını düşünüyordu…
Onun içindir ki eleştiriyor ama vatana ihanet ettiğine de inanmıyordum…
Korkmaz; Onun için son iki gündür söylenebilecekler ziyadesiyle söylendi…
Hatta o kadar ziyadesiyle söylendi ki sevgili Korkmaz; Toktamış Hoca’nın öldüğü bile unutuldu neredeyse…
İşte bu durum beni üzdüğü gibi seni hatırlamama vesile oldu…
Medya, siyaset ve iş dünyamızın ikiyüzlülüğünü seninle bu mektup üzerinden paylaşmak istedim...
Birand’ın cenaze
törenindeki kalabalığı ve medyanın yıldız isimlerinin kara gözlüklü
hallerini görünce senin parlak dönemlerini hatırladım
Korkmaz…
Hatırlıyorsundur…
Ali Balkaner’in sahibi olduğu Yurtbank’ının kuruluş yılı kutlamalarındaydık.
Daha sonraları; sahibi olduğun Bank Exspres gibi BDDK tarafından el konulan Yurtbank’ın kuruluş yıl dönümünde kimler yoktu ki…
Eski ekonomi bakanlarının hepsi…
Ülkenin en gözde işadamları, sanatçılar…
Ve tabii ki medya dünyamızın “en etkin, en güçlü” vurdu mu “en ses getiren” yazarları…
Ben de davetliler arasındaydım…
O günler sen Kanal 6 ve Kanal E’den başka Milliyet, Yeni Yüzyıl ve henüz mülkiyetine geçirmediğin ama ihalesini kazandığın Türk Ticaret Bankası’nın da sahibiydin…
Yani, havan yerindeydi…
Konuk olarak katıldığın o gecenin de yıldızıydın...
Etrafın sadece Milliyet’in anlı şanlı köşe yazarlarıyla değil, medyanın neredeyse tüm ağır topları tarafından çevrilmişti...
Sen “aaa sinek uçtu” desen çevrendeki yağdanlıklar çok komikmiş gibi kahkahalarla gülüyorlardı…
Testislerini havalandırmak için dizlerinin üstünde yaylansan onlar da seni taklit ediyorlardı…
Kimler yoktu ki!..
Güneri Cıvaoğlu, Yalçın Doğan, Hasan Cemal ilk anda aklıma gelenler…
Ben ise senin de hatırlayacağın gibi yanına bile gelmemiştim tabii ki...
Uzaktan öylece izledim seni ve sana biat eden o köhnemiş, çürümüş, kokuşmuş iki ruhlu bin bir suratları...
“Ne oldum?” diye böbürlenmekten “ne olacağım?” diye düşünemeyecek kadar genç yaşımda alkışı duymuş, yağdanlıkların ihanetini görmüş biriydim…
Senin de benim yaşadıklarımı yaşamayacağının garantisi yoktu…
O geceden sonraki gün o dönemde çalıştığım gazetede sana hitaben bir makale yazıp bazı öngörülerde bulunduğumu hatırlıyorsundur.
Çevrenin yağcı takımı tarafından sarıldığını, gösterilen ihtimamın sana değil; satın aldığın medya gruplarına ve bankalarından gelen ekonomik gücüne olduğunu anlattım…
Yazımı; “oysa TÜRKBANK’ı Korkmaz Yiğit’e vermeyecekler” diye bitirdim….
Daha da ileri giderek “Milliyet’i de Aydın Doğan’a iade edecek” diye yazdım.
Makalemin yayımlandığı gün PERPA Yönetim Kurulu Başkanı değerli dostum Mithat Yümlü’nün ofisindeydim.
Sohbet ediyorduk ki, cep telefonum çaldı.
Sekreterin Sibel Hanım arıyordu.
Müsait isem benimle görüşmek istediğini söyledi.
“Müsaidim” dedim.
Az sonra benimle ilk kez konuştuğun halde sanki kırk yıllık dostunmuşsun gibi küçük adımla hitap edip “nasılsın?” diye sordun…
Sesin son derecede dinamik, neşeli ve samimiyet yüklü idi…
“Bomba gibiyim Korkmaz, sen nasılsın?” diye cevap verdim ben de...
“Karşılıklılık” ilkesine göre hareket ettiğimi görünce araya mesafe koyman gerektiğini anlayıp ciddileştin:
“Hayal gücünüz çok kuvvetli. TÜRKBANK için ödeme yapacağım param bile hazır. Milliyet’i de mülkiyeti ile satın aldım” dedin ve devam ettin:
“Yine de hayal gücü bu kadar güçlü bir arkadaş ile tanışmak isterim...”
Yerini tarif ettin ve eğer kimseye verilmiş bir sözüm yoksa gelmemi rica ettin.
Mithat’a aktardım konuyu.
“Görüşürsen ne kaybedersin?” dedi.
Öyle bir havadaydın ki;
Yarım saat kadar sonra beni sekreterden
de öte “sağ kolun” olan Sibel
Hanım karşıladı, biraz beklememi istedi.
Biraz (belki 5 dakika) bekledim ve kalktım:
“Bana ‘hemen gelebilirsen görüşürüz’ denildi. Ben de hemen geldim. Kendisine söyleyin çok işim var gitmem lâzım” dedim.
Sibel Hanım hemen odana girdi ve birkaç saniye sonra kapıyı açık tutarak:
“Buyurun; Korkmaz Bey sizi bekliyor” dedi...
Odandan içeri girdim.
Öyle bir havadaydın ki;
sadece küçük dağları değil, dünyanın tüm büyük dağlarını da sen yaratmış gibiydin!..
Hal hatır bile sormadan makalemle dalga geçtin...
Neden öyle yazmak ihtiyacını hissettiğimi sordun. Eğer iş istiyorsam konuşabilirdik falan, filan...
Belli ki tanıştığın gazeteciler sende öyle bir izlenim bırakmışlardı…
Yani; sana çakacaklar ve sen de onlara iş teklif edecektin…
Ama benim öyle olmadığımı anlaman uzun sürmedi…
Hatırlarsın, sen öyle söyleyince gülmüştüm...
“İş isteyecek olsaydım, geçen akşam herkes gibi ben de çevrenizdeki tespih tanelerinden biri olur ve size övgüler düzerdim.. Oysa ben sizi uzaktan izledim...”
“Neden?.. Yanıma gelip kendinizi tanıtabilirdiniz...”
“Demek ki tanışmayı istememişim!”
Bunları ayakta ve karşılıklı kahkahalar atarak konuştuk.
“Oturacak mıyız? Konuşmamız bu kadar mı?” diye sordum.
“Tabii oturacağız” dedin ve bana masasının karşısındaki oturma gurubunu işaret ettin.
Karşılıklı oturduk.
“TÜRKBANK’ı almama kim engel olacak?” diye sordun hatırlarsan...
“CHP engel olacak” dedim.
“CHP mi engel olacak? Ne ilgisi var?”
“Ellerinde sizinle ilgili bir belge olduğundan eminim. O belge ile hükümeti yıkacaklar”…
Son söylediğim üzerine yüzün kızardı ama utançtan değil, öfkeden...
“Saçma” deyip bu defa da “Milliyet’i niçin iade edecekmişim?” diye sordun.
Soruna soruyla karşılık verdim:
“Milliyet’i satın alırken ‘yeni malik çalışanların ücretlerine ilk bir yıl içinde zam yapamaz’ diye bir madde konuldu mu?”
“Evet. Konuldu ama bu tamamen beni koruma amacıyla yapıldı...”
“Yanılıyorsunuz... Aydın Bey’in kurmayları tedbir almış. TÜRKBANK’ın satışında bir tıkanıklık olur veya siz Milliyet’in ödemelerini aksatırsanız sözleşme iptal edilecek. O arada sizin gaza gelip maaş ve ücretleri aşırı derecede yükseltmenizden korkmuş olmalılar ki, öyle bir madde koymuşlar”…
“Ne olacakmış maaşlar yükselirse?”
“Tazminatlar da yükselir...”
Bunları duyunca öylece kaldın...
Hiçbir şey söylemedin, sadece güldün….
Gülüşünde zorlama vardı ve içine kurt düştüğü belliydi.
Biraz da siyaset konuştuk ve ayrıldık.
Sonra ne olduğunu biliyorsun Korkmaz...
TÜRKBANK’ı sana vermediler.
Milliyet’i de iade etmek zorunda kaldın...
En fenası; tutuklanarak Kırklareli cezaevine konuldun!
Kendi şehrimdeki cezaevinde seni ziyaret eden az sayıda kişiden biri de ben oldum..
Birkaç ay önce çevrende pervane olup övgüler düzenlerden hiçbiri ziyaretine gelmemişti.
Ve o süreçte program yaptığım TV’de ve gazetedeki köşemde seni korudum...
Siyasetçilerin çekişmeleri yüzünden ziyan olup gittiğini yazdım, söyledim...
“Parlak bir işadamına yazık ettiler” diyordum çünkü bütün havana rağmen samimiydin...
Üçkâğıtçılık yapamayacak kadar da saftın…
Ama maalesef kendini “dünyanın en zeki adamı” sanıyordun...
Sadece bir “kurye” (eline kullanamayacağı kadar çok miktarda para teslim edilen temiz ama yönetilebilecek iş adamı tipi) olarak kullanıldığının farkında değildin...
Türkiye’yi yıllardır geri bıraktıran ve gelişimini engelleyen; yaptıkları soygunlarla hem ülkeyi ve hem de halkı fukara bırakan medya – siyasetçi; sivil – asker bürokrat tarafından kullanılabilecek bir tip olduğunu göremiyordun...
Zannediyordun ki her şey kendi zekâsının eseri!
Oysa hiç ilgisi yoktu be Korkmaz!..
Eli ayağı düzgün, namuslu, ağzı sıkı, sadık, güvenilir bir mimardın o kadar…
Bak işte yine hapistesin…
Sistemle barışmak yerine cebelleşmeyi tercih ettin…
Bugün cezaevinde yatmana sebep olan suçun hemen aynısını işlediği suçlamasıyla rahmetli Mehmet Ali Birand da yargılandı…
Ama…
Sistemle o kadar iç içeydi ki; merhumun soruşturmasını yapan savcı davayı bilhassa asliye ceza mahkemesinde açtı…
Yani, hükmün geri bırakılmasına karar verme yetkisi olan mahkemede…
Oysa sen aynı suçtan ağır cezada yargılandın ve halen cezaevindesin…
Rahmetli Mehmet Ali de mahkûm oldu ama cezası ertelendi…
Hapse girseydi büyük ihtimalle meslek hayatı bitecek ya da bitirilecekti…
Ama sistem onu harcamak istemedi…
O da sisteme ve değişen dünyada değişmesi gereken Türkiye için üstüne düşeni yaptı…
Aynı sistem ve ekonominin A Takımı seni ise gözünü kırpmadan harcadı…
Sevgili Korkmaz;
O günlerde, yani yıldızının parlak olduğu günlerde ölseydin; Teşvikiye Camii’nin avlusunda iğne atılsa yere düşmezdi…
Allah geçinden versin bugün ölsen; tabutunu taşıyacak cemaati zor bulursun…
Allah geçinden versin bugün ölsen o parlak günlerinde kuyruk sokumunda yuva kurmuş bugünün bin bir suratları ne mi yaparlar?..
Öldüğünü bilir ama duymazdan gelirler…
Çünkü onların dünyası; merdiven çıkarken bir üst basamaktakilerin kıçlarını yalamak, bir alt basamaktakinin ise kafasına basmak üzerine dizayn edilmiştir…
Gözlerinden öperim
Adnan
adnanberkokan@gmail.com