Tam da. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "Batı'nın geneline göre Türkiye'de medya daha özgür" dediği gün. Aydın Doğan'dan mektup aldım.
"Aydın Doğan'a Bu Soruları Soran Yok mu?" başlıklı yazıma, "Nuran Hanım" hitabıyla başladığı mektubunda, çok nazik bir üslupla cevap vermiş Aydın Doğan. Kendisine teşekkür ederim.
Mektubun bana özel kısımlarını, Doğan Grubu'nun iletişimiyle ilgili yazdığı düşüncelerini kendime saklayıp diğer kısımlarını sizle paylaşacağım.
Köşemi takip ettiklerini bildiğim Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık danışmanlarının bu yazıyı dikkatle okumalarını istiyorum.
"Gücüm yettiğince, uluslararası standartta bağımsız ve objektif yayıncılığa devam etmek kararlılığı içindeyim" diyor Aydın Doğan ve ülkemizin aşırı kutuplaşmış medya ortamında Doğan Grubu'nun yayınlarının önemine dikkat çekiyor.
Doğan Grubu medyasının "demokrasi, insan hakları, kadın-erkek eşitliği ve hukukun üstünlüğü gibi temel değerlerin savunulması ve kamuoyuna mal edilmesi bakımından ne derecede önemli bir işlev gördüğünün" altını çiziyor.
Bir süredir başta Sabah, Takvim, Yeni Şafak gibi gazetelerin ve A Haber'in kendisine, ailesine ve özellikle Hürriyet Gazetesi'ne karşı yoğun bir karalama kampanyası yürüttüklerini anlatıyor.
Şöyle devam ediyor: "Çoğu zaman eleştiri sınırlarını aşan ve hakaret boyutuna varan bu kampanyaya karşı, ilk önce ilgili yayınlara noter vasıtasıyla gönderdiğimiz tekzip ve düzeltme taleplerimizin hiçbiri yayınlanmıyor. Bunun bir yaptırımı da yok. Bazı gazeteler ve yazarlar hakkında yaptığımız suç duyuruları savcılıklar tarafından geri çevriliyor."
Mektubunun tam burasında çok üzüldüğüm bir örnek veriyor: Kısa bir süre önce Aydın Doğan, A Haber'de, Ceyhun Ozan adında bir kişinin kendisi hakkında tamamen uydurma ifadelerini izlemiş. Yayına bağlanıp gerçeği açıklamak istemiş. Telefonda bir saat bekletildikten sonra "canlı yayına bağlanmanıza yönetim izin vermiyor" denmiş, geri çevrilmiş.
Aydın Bey bu örnekten sonra mektubuna şöyle devam ediyor: "Bize yönelik sindirme ve yıldırma amaçlı olduğu aşikâr karalama kampanyasına karşılık sesimizi ancak kendi medyamızda duyurma imkânı bulabiliyoruz."
Sonra da eklemiş: "Bazen o kadar incitici ve yaralayıcı yalan haber ve yorumla karşılaşıyoruz ki, susmak mümkün olmuyor..."
Şimdi...
Hükümet yanlısı medyaya söyleyecek bir şeyim yok. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ve Başbakan Davutoğlu'nun danışman ekibine söyleyeceklerim var.
Yazılarımı özellikle takip ettiğini bildiğim, medyadan sorumlu Başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan da umarım bu yazımı okuma fırsatı bulur.
Gazetelerin ve elbette televizyonların destekledikleri bir taraf, sahiplendikleri bir konum vardır. Bu, medya tarihinin her döneminde ve her ülkede böyledir.
Ama. Hiçbir zaman cevap hakkını engellemek kabul edilemez.
Cevap hakkı engellenerek yapılan iş gazetecilik olmaz, sadece tetikçilik olur. Önce o medyanın, sonra da o medyanın desteklediği insanların güvenilirliği erir, gider.
Eleştiri anlaşılabilir. Abartılı haber, yalan haber bu keskinleşmiş ortamda doğallaşmış (asla doğallaşmaması gerektiği halde) olabilir. Ve fakat, telefonla ya da yazıyla verilen cevaba saygı gösterilmesi her şeyden önce insani bir görevdir.
Hükümet yanlısı medyayı yönetenler bu özgüveni çok daha rahatlıkla gösterebilmelidir.
FATİH TERİM'E HATIRLATMALAR
Türkiye Futbol Direktörü Fatih Terim "Antrenör Gelişim Semineri"nde konuştu.
Onu dinlerken. Aklımdan geçenler şöyleydi;
Bir, maç bile 90 dakika iken bir adam 180 dakika konuşur mu!!! Bu çene ishali değil de nedir?
İki, bir uygulama adamı, konuşma yaparken neden her şeyi kağıttan okur? Arada bir bakacağı notlarla konuşsa daha şık olmaz mıydı?
Üç, hem spor yöneteceksin, hem de "spor"a, "sipor" diyeceksin. Olur mu?
Dört, hem 11 yabancı kuralı koyup öveceksin, hem de "alt yapıdan futbolcu yetiştirin" diyeceksin. Yaman çelişki değil mi?
Beş, "mazeretsiz gelmeyenler var" diye yakınmak yerine. Teknik adamları seminere getirmeyi başarmak daha doğru olmaz mı? Hadi Beşiktaş'ınki yabancı, Fenerbahçe'ninki hasta. Peki Trabzon'un teknik adamının seminer yerine sevgilisiyle tatile gitmesine ne diyecek TFF?
Altı, 11 yabancı ilkesiyle Türk futbolunu mezara koyup, sonra da "araştırma yaptık zaten futbolcular da milli takıma gelmek istemiyor" demek olur mu? O kadar parayı bunun için mi kazanıyorsun?
Yedi, bu ilkelerin hayata geçmesi için "gerekirse ben dahil görevler bırakılmalıdır" demek güzel de, şu "gerekirse"nin geldiği günün kararını kim verecek?
İKİ İYİ ADAM...
Önceki akşam. Yeşilköy'de. Sevdiğim bir mekanda. Şık mı şık Eleos'ta yemekteydim. Kendi alanlarında başarılı iki iş adamıyla.
Biri Servet Samsama. Daha 42 yaşında ama azim, çok çalışma ve başarı simgesi. Nasıl mütevazı biri, anlatamam.
Yaşı çok genç olduğu için, fabrikalar babadandır diye düşünürken. Müthiş bir yol yürüdüğünü öğreniyorum.
Çalışmak için İstanbul'a geldiğinde 11 yaşında! Daha ağzı süt kokan bir çocuk. Para kazanacak ve ailesini de Adıyaman'dan İstanbul'a getirecek!
Tekstil işinde çıraklıkla işe başlıyor. Konfeksiyon atölyesinin üç ortağından biri olduğunda ise yaş 16!
Bugün. Tekstil sektörünün en büyüklerinden, CUNO Grup'u yönetiyor. 12 kardeşi, annesi, babası İstanbul'da. Sözünü tutmuş.
Şirketlerini kardeşleriyle oluşturdukları "Aile Şirketi Anayasası" ile yönetiyor. Ve sürekli öğreniyor. Öğrenmeye doymayan genç bir adam. Hayranlık uyandırıcı.
Diğer adam Hakan Orduhan. O da başka bir başarı öyküsü. Adana'dan, Afyon'a üniversite okumaya gitmiş. Oradan da İstanbul'a bankacı olmaya.
O da koşulların içine hapsolmaktan hoşlanmayan, kendi koşullarını yaratmak isteyen bir iş adamı.
Komşu çocuklarını ve yeğenlerini okula taşıyarak başladığı servis işinde şimdi en büyük firma.
Eğlenceli. Esprili. Karizmatik. Telefonun yasak olduğu yemekte arada bir mesajlara göz atmadan duramıyor. Çünkü dışarda kar var ve sabah okullara öğrenci taşınıp taşınmayacağını bilmesi gerekiyor. Patron olsa da, kontrolü elden bırakmıyor.
Bu iki adamı neden yazdım?
Abuk sabuk, emeksiz ve geçici başarıları rol model olarak sunan medyada gençlere, asıl çalışma azmiyle gelen başarıların örnek gösterilmesi gerek. Bence gençler bu iki adamı bilmeli.
AKLIMDA
KALAN
Akademinin iflası: Cumhurbaşkanı Erdoğan'a
fahri doktora takdim eden Hukuk Fakültesi dekanı
profesör, Erdoğan'ın elini öpmeye kalkmış. Cumhurbaşkanı izin
vermemiş. Bu işte bir terslik olduğunu Cumhurbaşkanı
anlamış, profesör anlamamış. Profesörlük bildiğiniz tüm
mertebelerin üzerindedir. Bir cumhurbaşkanı ya da bir kral,
bir üniversite hocasının karşısında ayağa kalkar, saygı
gösterir. Hayatım boyunca... Herkesi kendimden üstün
bildim, hiç kimsenin ve hiçbir makamın akademik ünvanımın üstüne
çıkmasına izin vermedim. Bir profesör olarak, olayı utançla
kınıyor, bu abesliğe izin vermediği için Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı
kutluyorum.