PKK ile yapılan müzakerelerde umut her geçen
gün yükseliyor.
Her ne kadar iktidar bu yapılanın PKK ile müzakere olmadığını
iddia etse de ortada bal gibi bir müzakere var.
Gönlüm AK Parti iktidarında müzakerelere gerek kalmadan
özgürlüğü ve insan haklarını temel alan düzenlemelerin şartsız
yapılmasıydı. Fakat yapılmadı veyahut yapılamadı. Şimdi gururumuzu
incitse, bir yenilmişlik duygusu verse de, herkes gibi bu
müzakerelerin olumlu sonuçlanmasını arzu edenlerdenim.
Gururumu incitiyor, çünkü Türkiye’yi yönetenler işlerini
düzgün yapmadılar. Bundan dolayı Türkiye o masada.
Diğer taraftan bu sürecin dili ve yöntemi beni fena halde
rahatsız ediyor.
Toplumun gazını almak, duyguları kabartmamak için olsa da
“Bu PKK ile müzakere değil”, “Bu süreci
iktidar değil, devlet yürütüyor”, “Biz asla
teröristle pazarlık yapmayız” türü küçük numaralara
ihtiyaç duymak işin ciddiyeti ile bağdaşmıyor.
Ben işleri doğrunun, gerçeğin, netliğin üzerine bina edip sarih
bir şekilde yol almayı benimseyenlerdenim. Barış sürecinin en büyük
handikaplarından birinin ‘belirsizlikler ve
üstünkörülük’ üzerine bina edilmesi olduğu
kanaatindeyim.
Neyse, geleyim asıl söylemek istediğime.
Geçtiğimiz günlerde başbakan Erdoğan bir anket sonucu açıkladı.
Halkın % 65’i bu süreci destekliyor diye.
Diğer taraftardan da AK Parti’nin müzakerelerle büyük risk
aldığı söyleniyor. Başbakan Erdoğan “siyasi hayatıma mal
olsa da bu işi yapacağım, zehir bile olsa içerim” türü
açıklamalar yapıyor.
Benim anlamadığım halkın %65’nin desteklediği, medyanın büyük
oranda sahip çıktığı, hatta alkışladığı bir işte iktidarın nasıl
bir risk aldığıdır.
Gerçekten de halk bu kadar büyük bir çoğunlukla barışı ve
müzakereyi istiyorsa, siyasal iktidar için risk bunun neresinde ki?
Öyle değil mi? Halkın çoğunluğu karşı olsaydı, medya bu sürece
muhalefet ediyor olsaydı ve Başbakan Erdoğan da buna rağmen
müzakereleri sürdürseydi, risk o zaman olurdu. Haksız mıyım?
Şimdi nedir bu “büyük risk aldı”, “vay
be, nasıl da büyük adımlar attı”, “yine çok önemli
bir çıkış yaptı”, “Siyasi hayatıma mal olsa bile
yaparım dedi", “bravo” türü
pohpohlamalar?
Bence asıl konuşulması gereken asıl konu bunca desteğe rağmen
sürecin başarılı olup olmayacağıdır.
Bu müzakerelerle ilgili açıklamalara bakılırsa, Abdullah Öcalan
geri dönülmez bir şekilde siyasi lider pozisyonuna oturtuldu.
Görüşmeye gidenlerin takındıkları tutumlar, medyanın meseleye
yaklaşımı, Öcalan’ı Türkiye siyasi haritasında başaktörlerden biri
durumuna getiriyor.
Asıl sorun bu kadar etkinlik kazanmış ve ilgi odağı haline
gelmiş birinin, bundan sonra hapiste nasıl tutulacağıdır.
Şimdi herkes Öcalan’ın devletten ne isteyeceğinin netleşmesini
bekliyor.
Öcalan’ın 2000’li yılların başında askerlerle konuşurken
“Atatürk milliyetçiliğinin yüceliğine ve taşıdığı birlik
beraberlik ruhuna” vurgu yaptığını hatırlıyorsunuz, değil
mi?
Şimdiki görüşmelerde ise “Hepimiz İslam milletindeniz,
ancak uluslarımız farklı olabilir" diyor. Hatta "Arap'ın, Acem'e;
Acem'in Arap'a üstünlüğü yoktur” diyerek peygamber
efendimizin sözüne atıfta bulunmuş.
Görünen o ki toplumsal desteği artırmanın yolunun
‘din’den geçtiğini Öcalan da fark etmiş.
Peki Türkiye’deki sorunların çözümü konusunda aktif rol oynamaya
başlayan Abdullah Öcalan, sonraki görüşmelerde başörtüsü yasağının
yasal olarak kaldırılmasını da şart olarak ileri sürer mi?
Çünkü toplumsal desteği sağlamanın en kestirme yolu başörtüsü
yasağına yüksek sesle karşı çıkmaktır.
Açlık grevi ve PKK’nın elindeki tutsaklar krizini sonlandıran
Öcalan bir zahmet başörtüsü yasağını da müzakerelerin bir şartı
olarak el atsa. Ne zararı var? twitter.com/acikcenk
Bu yazıya
Facebook'ta yorum yapmak
için tıklayın