Ertuğrul Özkök, “Erdoğan’ı anlamak”
üzerine yazılarından oluşan büyük bir külliyat sahibi olacak.
Ahmet Hakan, “Erdoğan’ın
meziyetleri”ni sıralamaya başlayacak.
Fehmi Koru, Gül’e tercümanlık
yapacak. Ne derken, ne demek istedi yazacak.
Yılmaz Özdil bildiği gibi devam
edecek.
Abdülkadir Selvi, Köşk’ün ve Hükümetin “biline”
dediğini yazacak, Özal döneminde Özkök’e ait olan koltuk kendisine
kalacak.
Ayşe Arman, “inadına yaşamak” üzerine
diziler yapacak.
Memduh Bayraktaroğlu, “Ben haklıydım”
yazıları yazacak.
Mustafa Karaalioğlu, “Bu medya da
olmadı, şuraya mı gitsem” kulisleri yapmaya, esas işine harcadığı
zamandan daha çoğunu harcayacak.
Fatih Altaylı, “Müstehakız,
müstehaksınız, müstehak” yazıları döşenecek.
POLİSLER POLİSLERİN EVİNİ
ARAMAYA GİTTİĞİNDE…
Çok değil, daha bundan birkaç yıl önce.
Piyangonun kime vuracağını bilmeden. Her defasında
herkese şaşırarak.
Sabaha karşı evlerin, terör hücresi muamelesiyle
ablukaya alındığı günlerde.
Asker evleri. Gazeteci evleri. Onları tanımak dışında
hiçbir şey olmayanların evleri.
Cemaatçi ve Hükümetçi olmayan birkaç gazete. “Polisler
evinize geldiğinde ne yapmalısınız?” önerileri sıralıyordu.
Babam o listelerden birini kesip cebine koymuştu.
Emekli bir öğretmenin kupürü saklamasının tek nedeni vardı, sadece
benim babam olması.
Polisler odalara tek tek dalarken. Halkın emniyetinden
sorumlu olması gereken polisler, halkın özgürlüğünü tehdit
ederken.
Gazetelerden birinde. Şöyle bir ağlanası/gülünesi
uyarı vardı: “Polisler evinizi aramaya geldiğinde önce siz onları
arayın.”
Bulacakları şeyleri yanlarında getiriyorlardı.
Öyleydi. Öyle olduğu da kanıtlandı sonradan.
Suçsuz yere tutuklanırken masumlar, hiç biri polisleri
arayamadı. Ne telefonla yardım için, ne de onların üstlerini,
bulmak için getirdikleri deliller için.
Polisler, polisleri evlerinden alıyor şimdi.
Birbirlerinin üstlerini arayabilirler pekala.
Biz. Adalet arıyoruz. Hukuk gerçek anlamıyla işlesin
istiyoruz.
Polislerle savcılar “işbirliği” yapmasın. Polislerle
savcılar sadece hukuka dayalı görevlerini yapsınlar istiyoruz.
Artık hukuka, adalete güvenmek istiyoruz.
Ve ben. Özellikle.
Gözaltına alınan polisler. “Bir gün sıra onlara da
gelecek” tehditi savurmadan önce. Savururken. Savurduktan sonra.
Bir özeleştiri yapsınlar istiyorum.
“Keşke bunlar olmasaydı” desin istiyorum biri. Bir
küçük pişmanlık.
Ve yine de.
Adalet adaletsizlikle sağlanamayacağından. Yanlış
yanlışla düzeltilemeyeceğinden.
Ergenekon’da, Balyoz’da, casusluk davasında yapılan
haksızlıkları, adaletsizlikleri yapanlar da adil
yargılansınlar.
Cezalandırılan suçsuzların günahlarını, sadece
gerçekten suçlular ödesin.
HİÇ SAKINCASI YOK, FEHMİ KORU
ÜZÜLEBİLİR
Fehmi Koru, “cemaat-hükümet çatışmasına ne kadar
üzüldüğümü anlatamam” diye yazmış.
Cemaate emek veren insanların gayretlerinin cemaate
sonradan eklenenlerin hataları nedeniyle heba olmasına
üzülüyormuş.
“Üzülme Fehmi’ciğim” demeyeceğim.
“Fehmi Bey üzülmeyin” demeyeceğim.
“Fehmi Abi, yapma” da demem.
“Kardeşim Fehmi üzülecek ne var” hiç demem.
Üzülebilir. Eğer üzüldüğü şey, güçlülerin masumların
emekleri, “artık değerleri” üzerinde yükselmesiyse. Üzüntüsü o
zaman evrensel bir anlam taşıyabilir.
AKLIMDA
KALAN
“Tanıdıkça seversin” edebiyatı: Ne zaman Ekmel Bey
muhabbeti geçse yanında bir tane de “Tanıdıkça seveni artıyor”
içerikli bir cümle de kuruluyor. “Tanıyanlar seviyor”, “Tanırsan
seversin”, “Tanıyıp da sevmeyen ölsün” vs. Bu ifadeyi eski Türk
filmlerinden anımsıyorum. Başroldeki kız, zorla zengin oğlanla/ağa
çocuğuyla evlendirilmek istendiğinde, onu ikna için annesi ya da
dadısı söylerdi, saçlarını okşayarak: “Tanıdıkça seversin
yavrucuğum.” Başroldeki kız da itiraz ederdi: “Ama anne!!!” Şimdi
mesele şu: önümüzde bir ömür yok ki, tanıdıkça sevelim. Şurada
kaldı birkaç gün. “Tanıyacaksak tanıyalım, seveceksek sevelim”
diyeceğim, damat bey durmadan mezarlık geziyor. O kabir senin, bu
kabir benim ziyaretten tanımaya zaman kalmıyor. Acaba birilerinin
kendisine, ölülerin oy hakkının olmadığını söylemesi, ya da
geçmişin ruhunu çağırmanın “anı yaşa” günlerinde işe yaramayacağını
söylemesi iyi olmaz mıydı ki…