Zaman gazetesi ne kadar müstahak?

Ekrem Dumanlı ile Oktay Ekşi arasındaki savaş büyüyor. Ekrem Dumanlı'nın yazısına bugün Basın Konseyi Başkanı Ekşi cevap veriyor...

Ekrem Dumanlı ve Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi arasındaki Dağda Akreditasyon savaşı büyüyor... Ekrem Dumanlı'nın dün Oktay Ekşi'ye verdiği ceveaba bugün Oktay Ekşi yanıt veriyor: "Açık ve samimi ol. Bil ki o sana daha çok yakışır."

- Sevgili Ekrem,

Zaman gazetesinde 4 Mayıs 2009 Pazartesi günü çıkan yazını okudum Seni tanıyorum. Her Pazartesi günü “medya” ve “medya etiği” konusunda yazdığını biliyorum. Elbet bu yazılarında başka gazetelere ve gazetecilere verdiğin tavsiyelerden de haberdarım. O nedenle “dürüst gazetecilik” ilkesine uyulmasını herkesten önce senden beklemeye hakkım olduğunu düşünüyorum.

Sevgili Ekrem,

Bir süredir Basın Konseyi’nden şikayetlerini ya okuyor yahut da karşılaştığım zaman senden duyuyorum. Her defasında “Yüksek Kurul üyesi” olduğunu anımsatıyor, “Gel, katıl, tüm dediklerini orada tartışalım” diyor ama senden sonuç alamıyorum. Hem katılmayıp –dolayısıyla şikayet ettiğin hususların içyüzünü öğrenmeye reddedip- hem de hüküm vermeni de anlayamıyorum.

Tabii bu noktada aklıma, “Ekrem’in her Pazartesi günü meslektaşlarına sunduğu tavsiyeler arasında böyle bir usul de var mı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Son olarak Lütfi Aykurt isimli Cihan Haber Ajansı Muhabirinin, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopterinin düştüğü yere gittiği gün, oraya gelen askeri helikoptere alınmaması konusunu iki defa yazarak Basın Konseyi’ni kamuoyuna şikayet ettin. Birinci yazınla ilgili verdiğim bilgiyi tatmin edici bulmadığını, tam tersine seni “hayretler içinde” bıraktığımı söyledin. “Resmen ölümüne akreditasyon uygulamasını savunmuş”um. Dahası, “Genelkurmay Başkanı, Basın Konseyi yöneticilerinden daha demokrat, daha özgürlükçü” görünmüş gözüne.

Benim tarafımdan sana “gönderilen mesajda Cihan muhabirinin aslında bahsi geçen helikopterle olay yerine gitmediği; dolayısıyla o dondurucu soğukta dağ başında bırakılmasının makul olduğu anlatılıyor. İnanmayacaksınız ama maalesef yaklaşım bu. Yazık!” diyorsun.

Aşağıdaki bölümler de senin 4 Mayıs tarihli yazıdan:

“Anlaşılan bazı Konsey üyeleri (bu herhalde benim), ortadaki manzarayı hiç mi hiç anlamamış. Onlara basit bir iki soru sormak kafidir. Mesela dense ki: “O dondurucu soğukta Cihan muhabiri DHA muhabiri gibi helikopterle olay yerine gitmek için başvursaydı, ‘evet gelebilirsin’ cevabını mi alacaktı?”


 

Diyelim ki böyle bir başvuru olmadı, böyle bir incitici sansür de yapılmadı (…) o aramalar sonrasında bir haber işçisinin dağ başında bırakılması makul sayılabilir mi?

Kaldı ki muhabir arkadaşımıza o günkü zor şartlar sebebiyle askerlerden ‘Sen de gel’ teklifi yapılıyor. Tam helikoptere binecekken işgüzar bir askeri yetkili ‘Sen neredensin?’ diye soruyor ve ‘Cihan’ cevabını alır almaz, ‘binemezsin’ emrini veriyor.

Eğer bu vahim manzara meslek örgütü olduğunu savunan Basın Konseyini rencide etmiyorsa ve onları harekete geçirmiyorsa ortada korkunç bir hata var demektir. Bu korkunç durum karşısında ‘Ama sizin muhabiriniz zaten askeri helikopterle olay yerine gitmemiş ki’ şeklinde olaya yaklaşmak, bir meslek örgütüne yakışmaz. (…)

Bir önemli ayrıntıyı daha buraya yazmak boynumuzun borcu. Dağdaki akreditasyon haberlerini başta Doğan Grubu olmak üzere bazı medya grupları neredeyse görmedi. İşte bunu anlamak çok zor. (…)” diyorsun.

Aslında yukarıya alıntıladıklarım dışında da söylediklerin var ama, onlarla ilgili düşüncelerimin ifade edileceği yer burası değil. O nedenle “Basın Konseyi” parantezi dışındakilere değinmeyeceğim.

Sevgili Ekrem,

Önce, seni “hayretler içinde” bırakan e-mail iletimden başlayalım:

Orada, senin yukarıda çizdiğinden çok farklı olan gerçekleri anlattım. Örneğin yukarıda, Cihan Haber Ajansı muhabirine yapılan muamele nedeniyle “harekete geçmediğimizi” söylüyorsun. Oysa o iletide tüm aşamalarıyla anlattım ki, “Hem harekete geçtik, hem de o sayede olayın içyüzünü öğrendik.” Nitekim bunun sonucu olarak da “Muhabire karşı yapılan muamelenin kaba olduğunu ama, takdir hakkını böyle kullanan ve düşük rütbeli biri olduğu anlaşılan bir görevliyi Basın Konseyi olarak protesto etmeyi uygun bulmadığımızı” açıkladım.

Demek ki senin “meslek örgütü olup olmadığına” henüz karar veremediğin Basın Konseyi kendine düşeni yapmış. Konuyu değerlendirmiş ve vardığı sonuca uygun hareket etmiş.

Bu “meslek örgütü olduğunu savunan Basın Konseyinin harekete geçmediğini” mi gösteriyor?

Senin istediğin –veya beklediğin- sonuca ulaşmamak, “harekete geçmemek” anlamına mı geliyor?

Eğer öyle ise söyler misin, “Genelkurmay Başkanından daha özgürlükçü” olduğunu nasıl savunacaksın?

“Bir haber işçisinin dağ başında bırakılmasını” makul saydıksa o araştırmayı yapmaya niçin gereksinim duyduk?

Gelelim şimdi öteki sözlerine:

Cihan Haber Ajansı muhabirine yapılan muameleyi savunan yok. Tam tersine onu helikoptere almayan kişinin belki “yetki” veya “idraksizlik” yahut “kabalık” diyeceğimiz bir nedenle öyle davrandığı söylenebilir. Ama o olayı “resmen ölümüne akreditasyon” gibi hem dramatik hem de gerçekle ilgisi olmayan bir çerçeveye oturtmanın, senin her hafta savunduğun gazetecilik anlayışıyla bağdaştırılabileceğini hiç sanmıyorum.

Kaldı ki yazının iki yerinde sözünü ettiğin “dondurucu soğuk” da olayın kendi gerçeğiyle uyumlu değil. Zaten olayda adı geçen Lütfi Aykurt’un da böyle bir iddiası yok. Zaman gazetesinin bildirdiğine göre sadece Aktif Haber isimli internet sitesinde ve Haber 10 isimli sitede (yaratana sığınarak yazdıkları aşikar bir) “- 15 derece” lafı var. Buna karşın Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ 29 Nisan 2009 günkü konuşmasında “O saatte o bölgedeki hava sıcaklığının +13 derece” olduğunu söyledi.

Olayın kendisiyle ilgili “gerçeği” esas alacaksak, aradaki yaklaşık 30 santigrat farkı da görerek hangisine inanacağız?

Eğer +13’ü veya ona yakın bir hava sıcaklığını esas alacaksak buna “dondurucu soğuk” demek hangi ilkeyle uyumlu oluyor?

Lütfi Aykurt’a yapılan bir “akreditasyon” uygulaması mı, yoksa o helikopterdeki yetkilinin idraksizliği veya kabalığı mı onu ben başka, sen başka değerlendirebilirsin. Ama Basın Konseyi’nin en az 10 yıllık Yüksek Kurul üyesi olarak Konseyin, sıkça tartışılan “akreditasyon” uygulamasıyla ilgili görüşlerini hiç değilse uzaktan bildiğini düşünmek istiyorum.

Eğer bu varsayımım doğru ise, sanırım kabul edersin ki, “akreditasyon” uygulamasının “eşitlik” zemininde ve “objektif kriterlere göre” sürdürülmesi için Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa, Genelkurmay Başkanlığına, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıklarına yazı yazan, her fırsatta kamuoyunda bu görüşleri açıklayan ve eşitsizlik görünce itiraz eden –sence meslek kuruluşu olup olmadığı kuşkulu- yegane yer Basın Konseyi’dir. Diğerleri ya “biz akreditasyona temelden karşıyız” gibi çağımızın gerçekleriyle taban tabana zıt laflar etmişler yahut hiç ses çıkarmamışlardır.

Gelelim belki de asıl görülmesi gereken gerçeğe:

“Bir önemli ayrıntıyı daha buraya yazmak boynumuzun borcu. Dağdaki akreditasyon haberlerini başta Doğan Grubu olmak üzere bazı medya grupları neredeyse görmedi. İşte bunu anlamak çok zor. (…)” diyorsun.

Sevgili Ekrem,

“Başta Doğan Grubu olmak üzere bazı medya gruplarına” yönelttiğin suçlamaya “Acaba başında bulunduğum Zaman gazetesi ne kadar müstahak?“ diye hiç düşündün mü?

Belki gözünden kaçmıştır. Ben yardım edeyim:

Lütfi Aykurt’un yaşadığı olay 1 Nisan günü meydana geliyor. Zaman gazetesi bunu tam 15 gün sonra yani 15 Nisan 2009 tarihinde, Abdülhamit Bilici’nin “Dağda kalsam beni kurtarır mısın Paşam?” başlıklı yazısından öğreniyor.

Genel Yayın Müdürü Ekrem Dumanlı’nın ne zaman haberdar olduğunu bilmiyoruz. Ama yukarıda alıntılar yaptığım çok ağır yazısından anlaşıldığına göre bu çok önemli olayı eğer zamanında, örneğin 2 yahut 3 Nisan günü öğrendiyse, kendisinin 6 veya 13 Nisan Pazartesi günü yayımlanan ve sadece “medya” konularına ayrılmış olan yazılarında bu çok vahim olaydan niçin bahsetmediğini merak etsem yersiz mi?

Baktım, 6 Nisan tarihli yazında üstelik Muhsin Yazıcıoğlu’nun ölümüyle ilgili haberler nedeniyle:

“Muhsin Yazıcıoğlu artık aramızda değil. Allah rahmet eylesin. İşkence gören, hapis yatan; ama asla eğilmeyen önemli bir dava adamıydı o. Seçim öncesi helikopter kazası haberini canlı ve sıcak bir şekilde verenler ona vefatından sonra gerekli ilgiyi gösteremedi. 'İlk kez uçtu ve düştü' diye başlık atılır mı? 'Maraş'ta düştü' deyip Maraş olaylarına atıf yapılır mı? Üzücü. Kefeni bembeyaz kar olup Hakk'a yürüyen bir insanın haberi ısrarla Abdullah Çatlı ile birlikte mi verilir? (…) 'İlk kez uçtu ve düştü' diye başlık atılır mı? 'Maraş'ta düştü' deyip Maraş olaylarına atıf yapılır mı? Üzücü. Kefeni bembeyaz kar olup Hakk'a yürüyen bir insanın haberi ısrarla Abdullah Çatlı ile birlikte mi verilir?” diyerek medyayı yine haşlamışsın.

Lütfi Aykurt’un maruz kaldığı muameleyi bilmediğin için böyle yazdığını var sayalım.

O zaman her hafta medyaya yaptığın tavsiyelerle bu durumu nasıl bağdaştıracağız?

Sayalım ki “bile bile yazmadın.”


 

O taktirde 4 Mayıs tarihli (yukarıda bazı bölümlerini alıntıladığım) yazıyı yazmaya ne ölçüde hakkın olabilir?

Söylemeye lüzum yok ama eksik kalmasın. 13 Nisan tarihli yazında da Lütfi Aykurt’un “ölümüne akreditasyon” zulmüne maruz kaldığına ve “dondurucu soğuk”ta uğradığı ağır muameleye değinmemişsin.

Şimdi lütfen söyler misin?

Kendi gazetenin –ve bizzat senin- bile 15 gün sonra haberdar olduğu bir olayı öteki “bazı” medya grupları ve özellikle Doğan Grubu önemsemediyse bu onların kabahati mi?

Sevgili Ekrem,

Açık ve samimi ol. Bil ki o sana daha çok yakışır.

Sevgilerimle.

Oktay Ekşi

Basın Konseyi Başkanı