'Yeniden Penguen medyası dönemindeyiz'

Profesör Dr. Korkmaz Alemdar'ın, Gezi süreci bağlamında medya ortamını değerlendirdiği 'Herkes İçin Gazetecilik' kitabı yayımlandı.

Türkiye'de Ankara Üniversitesi, Gazi Üniversitesi gibi akademik kuruluşlarda yüzlerce gazeteci yetiştirmiş olan akademisyen Profesör Dr. Korkmaz Alemdar'ın, Gezi süreci bağlamında medya ortamını değerlendirdiği 'Herkes İçin Gazetecilik' kitabı yayımlandı.

Türkiye'deki medya ortamını yorumladığı kitabını Amerika'nın Sesi'ne anlatan Alemdar, Gezi Parkı olaylarıyla geniş kesimlerce gözlemlenen ve 'penguen medyası' olarak eleştirilen siyasal iktidara bağımlı medya dönemi koşullarında daha da kötüleşme olduğunu söyledi. İşinden atılan, ayrılmak zorunda kalan gazetecilere dikkat çeken Alemdar, "Yeni baştan 'penguenler dönemi'ne girmiş bulunuyoruz. Olan biteni görmemek, yok saymak, değerlendirememek yüzünden Başbakan'ın olaylar karşısındaki yanlı ve yanlış tutumuna destek olan egemen bir medya dönemine geçildi" dedi.

Geçtiğimiz yıllarda Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) üyesi olan Profesör Dr. Korkmaz Alemdar, Türkiye'deki medya ortamı için oldukça karamsar bir tablo çiziyor. Mevcut tabloyu biraz hicvetmek amacıyla da  'Herkes İçin Gazetecilik' kitabı hazırlayan Alemdar, özellikle de sosyal medya aracılığıyla yaygınlaştığı şekilde sadece olanı biteni bildirmekle gazeteci olunamayacağı görüşünde. Türkiye'de medyanın geldiği noktadan dolayı gazetecileri de sorumlu gördüğünü belirten Alemdar, "Gazetecilik, belli bir meslek ahlakı, belli bir uğraş biçimi, nasıl yapılması gerektiği büyüklerden, eskilerden öğrenilen bir alan olmaktan çıktığı için artık gazeteciler, siyasal iktidar, para gibi başka faktörlerin etkisiyle görevlerini yapmamak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı" diye konuştu. Gezi Parkı olayları sırasında bunun iyice açığa çıktığını kaydeden Alemdar, Türkiye'nin ifade ve basın özgürlüğü açısından en iyi dönemini yaşadığı yönündeki açıklamalara da tepkili. Alemdar, "Türkiye, 1960 ihtilalini, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü yaşadı. Fakat o dönemde mağdur edilenler, işini kaybedenler bile 'bu kadar kötü muamele görmemişti ve kötü muamele bu kadar yaygınlaştırılmamıştı' diyorlar. Bu da tabii şeffaf ve demokratik bir ortama rastladığı için şanslıyız. Allah muhafaza şeffaf olmasak ve demokratik olmasak başımıza ne gelecekti diye düşünmeden edemiyoruz" dedi.

Amerika'nın Sesi'ne Türkiye'deki medya ortamı hakkında ayrıntılı değerlendirmelerde bulunan Profesör Dr. Korkmaz Alemdar'ın açıklamaları şöyle:

VOA: Türkiye’deki medya siyaset ile ilişkisi ve patronaj bakımından ne durumda?

K.A.: Her zaman olduğu gibi sorunlu. Hatta sorunları daha da arttı diyebiliriz. Son aylarda yaşananlar, gazeteler, radyo ve televizyonların genel olarak medyanın siyasal iktidar ile ilişkisinin pamuk ipliğine bağlı olduğunu, çok bağımlı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Aslında bu durum dünyadaki birçok ülkede böyle, Türkiye’de de böyleydi. Öteden beri böyleydi. Ancak Türkiye’de uzun süren AKP iktidarı ve bu iktidarı destekleyen Batılı ülkelerin, daha çok demokrasi, daha insan haklarına saygılı bir demokratik toplum idealiyle ortaya çıktıkları için ya da bu amaçla AKP’yi destekledikleri için biraz şaşırtıcı oldu, şok yarattı. Amerikalı dostlar çok şaşırdı. Avrupalılar çok seslerini çıkarmıyorlar ama onlar da medya ile hükümet ilişkisinde baskıcı olması, özgürlükleri dikkate almama tavrı dikkatlerini çeken bir konu. Türkiye’de halkın büyük bölümünü her zaman çok fazla ilgilendirdiğini söyleyemiyoruz. Ama gençlerin, demokrasinin ne olduğunu bilen insanların, eğitimli kesimin bu gelişmeden çok kaygılı olduğunu ve rahatsız olduğunu biliyoruz.
Türkiye’de medyanın durumu hiç de parlak değil. Siyasal iktidar ile ilişkisinde, bağımlılığa ses çıkarmayan, siyasal iktidarın hoşuna gitmek için kendini denetleyen, sansür eden, gerçekleri biraz gözardı eden bunları konuşmayan bir medya ile karşı karşıya olduğumuz söyleyebiliriz.

AB Bakanlığı'na yanıt

VOA: AB İlerleme Raporu’nda, AB Bakanlığı aracılığıyla ‘Türkiye’nin ifade ve basın özgürlüğü açısından en şeffaf dönemini yaşadığı” görüşüne yer verildi. Mevcut tabloda, siz AB Bakanlığı’nın bu görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

K.A.: Bir tarihte ABD'den gelen bir basın özgürlüğü eleştirisine, İçişleri Bakanlığı yapmış, siyaset profesörü bir başbakan yardımcımız 'Türk basınının Amerika’dan bile özgür olduğunu' söylemişti. Bunlar şaka gibi değerlendirmeler. Ciddi insanların bu tür görüşlere önem vermesini beklemek üzüntü verici birşey. AB’nin sorunları olabilir, İtalya açıklarında yaşanan göçmen dramı gibi birçok olumsuzluklar tekrar tekrar gündeme getirilebilir. Hükümetimiz, bunu yapmaya bayılıyor. İlgisiz konuları yan yana getirerek, bizim daha iyi olduğumuzu anlatmak için kamuoyuna servis ediyor. Hapisteki gazeteciler, olaylar sırasında gençlerin neden kötü muameleye maruz kaldığı meselesini medyanın aktarmaması, aktaramaması şeffaflığı ortadan kaldıran bir şey. Şeffaf olmaktan söz ediyorsanız basın özgürlüğü ve iletişim özgürlüğünün sonuna kadar kullanılabilmesi lazım. Bu yok ki... Türkiye için herhangi bir biçimde dışarıya karşı çok şeffaf olduğunu, herşeyin çok takip edilebilir, nedenleri ve sonuçları bilinebilir bir ülke olduğunu nasıl söyleyebilelim?

Gezi sonrası da 'penguen medya dönemi'

VOA: Gezi Parkı süreciyle kamuoyunda medyaya güvensizlik tartışılmaya başladı. Siz Gezi Parkı süreci ve medya ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

K.A.: Herkes şoku atlatmış görünüyor, hükümet ve hükümeti destekleyenler.. Gezi Parkı gibi kendiliğinden, genç kuşağın hükümetin ülkeyi yönetme biçimine gösterdiği tepkiyi anlamadı, anlamamakta direndi. Onlarla polis aracılığıyla mücadele etmeye çalıştı. Başbakan açıklamalarıyla herkesi suçladı. Bu tavrı da devam ediyor. Durum daha da vahim. Hiç kimse kendi düşüncesini açıklamak gibi bir niyetle Gezi Parkı'nda eylemde bulunmamış; yönetilen, kötü niyetli, çok da hoşa gitmeyen ideolojilere hizmet etmek için yapmış gibi tuhaf açıklamaları da bugünlerde dinliyoruz. Gezi Parkı, Türkiye’de geniş kitlelerin memnuniyetsizliğini dile getirdiği çok açık ve net bir olaydı. Buna medya, gazeteler, televizyonlar büyük ölçüde seyirci kaldı. Birkaç muhalif, yaygın olarak okunmayan gazeteler, izlenmeyen televizyonlar bu konuyla ilgilendi. O tarihten itibaren izlenme oranları arttı. Halk TV, Ulusal TV bunlardan bazıları. Görmeyen, duymayan, işitmeyen bir medyadan rahatsızlık duyup olayın farkına varılması gerektiği hissedildi. Özellikle belli bir grubun farkına vardığını ve özür dilemesini de yaşadık. Ama bu sefer o (medya) gruba da hükümetin ağır tepki göstermesiyle, karşı koymasıyla yeni baştan 'penguenler dönemi'ne girmiş bulunuyoruz. Olan biteni görmemek, yok saymak, değerlendirememek, Başbakan'ın olaylar karşısındaki yanlı ve yanlış tutumuna destek olan egemen bir medya dönemine geçildi. Bu dönemde işten atılan gazeteciler oldu. İçlerinde çok tanınmış isimler de vardı. Bu insanlar öteden beri yaygın medyayada, medya patronlarınca yüksek ücretlerle istihdam ettiği, saygıdeğer, demokrat ya da demokrat olduğu düşünülen insanlardı. Bunların bile zaman zaman 'ne oluyoruz, neden bu kadar asabi davranıyoruz, Gezi olaylarına, gençlere neden bu kadar sert çıkılmasının nedeni nedir' diye sormalarına tahammül edilemedi. Bir furya daha.. Türkiye'de gazetecilerin işsiz bırakıldığı, düşüncelerini yazmayı bir görev addedikleri vakit işlerini kaybettikleri bir döneme girildi.

En kötü dönem mi?

Gelişmelere zaman içinde bakarsanız bu kadar kötü bir dönem yaşadığımız hatırlanmıyor. Türk demokrasisinde çok çalkantılı dönemler oldu. Türkiye, 1960 ihtilalini, 12 Mart'ı, 12 Eylül'ü yaşadı. Fakat o dönemde mağdur edilenler, işini kaybedenler bile 'bu kadar kötü muamele görülmemişti ve kötü muamele bu kadar yaygınlaştırılmamıştı' diyorlar. Bu da tabii şeffaf ve demokratik bir ortama rastladığı için şanslıyız. Allah muhafaza şeffaf olmasak ve demokratik olmasak başımıza ne gelecekti diye düşünmeden edemiyoruz.

"Bildirmek, gazetecilik değildir"

VOA: Bugünlerde sizin Doç.Dr. Ruhdan Uzun ile hazırladığınız yeni kitabınız yayınlandı. 'Herkes İçin Gazetecilik'. Gezi Parkı sürecinde de sosyal medya aracılığıyla gazetecilerin rolünü herkes üstlendi. Kitabınız neden 'Herkes İçin Gazetecilik'?

K.A.: Herkes için gazetecilik aslında uluslararası örgütlerce iletişim alanının herkese açık olmasını istediği programları dolayısıyla kullanılan bir kavramdı. UNESCO'nun politikası 'information for all', 'education for all' programlarının Türkiye'ye yansıması. Ruhdan Uzun arkadaşımız ile hazırladığımız bu kitapta şöyle bir şey var:

Türkiye'de gazeteciliğin sorunlarından biri, gazetecilik meslek olmaktan çıktı. Gazeteciliğe emek harcayan insanlar bile bunun bir uğraş olduğunu düşünüyorlar. Bu vahim. Türkiye'de herkes zaten gazetecilik yapıyordu. Ama bu bizim kast ettiğimiz anlamda değildi. İşsiz, güçsüz, canı sıkılan, ne yapacağını bilemeyen insanların yapabilecekleri bir meslek haline gelmişti. Gezi Parkı'nda yaşadıklarımız da bir bakıma bunun bir sonucu oldu. Belli bir meslek ahlakı, belli bir uğraş biçimi, nasıl yapılması gerektiği büyüklerden, eskilerden öğrenilen bir alan olmaktan çıktığı için artık gazeteciler, siyasal iktidar, para gibi başka faktörlerin etkisiyle görevlerini yapmamak gibi bir durumla karşı karşıya kaldı. Gazetecilik meslek olmaktan çıktığı için ve tekrar öyle bir duyarlılığa kavuşması gerektiği için de bu kitap bunu vurguluyor.

Herkes için meselesine gelince, aslında herkesin gazetecilik yapması diye bir olay söz konusu değil. Teknoloji çok geliştiği için herkes dünyanın bir yerinden olan biteni dünyanın başka bir köşesine iletme olanağı var. Ama bu 'bildirmek' ile gazeteci olmanın aynı şey olmadığını, bu kitap bunu da söylüyor.

Türkiye'deki gazetecilik geçmişe dikkat ettiğimizde, çoğunlukta alaylı olan gazeteciler vardı onlar uzun süre eğitimlileri benimsememişlerdi. Ama eğitimli olanlar galip geldi, galip geldikten sonra da mesleği meslek olmaktan çıkarma sürecine soktular. Herkesin yapabildiği, kuralının olmadığı, etik ilkelerinin uygulanmadığı bir alana dönüştü. Gezi Parkı da tam bununla çakıştı. O zaman olaylara karışan, tepkisine dile getiren insanlar 'olan biten o değil bu' diye Facebook'tan, Twitter'dan internet teknolojiyle kendi aralarında olayları paylaşmaya başladılar. Eğer bu olmasaydı Türk toplumu tamenen dedikodu, tamamen söylenti üzerinden bilgilendirilecekti ve olaylar tamamen çarptırılacaktı.

Gazetecilere ve gençlere çağrı...

Şimdi bu kitap şunu söylemek istiyor:

1- Gazeteciler, mesleğinize sahip çıkın. Meslek olmaktan çıkan bu alanı, eski alıştığınız, bildiğiniz çizgiye getirmeye çalışın. Eğer bunu yapmıyorsanız, genç kuşak bu teknoloji ile kullanarak, olan biteni sizden daha iyi aktararak daha çok ilgi çekmesi olanağına kavuşmuş olacak.

2- Genç kuşağa da diyoruz ki sizler bazen ihtiyaçlar dolayısıyla bir bilgi verdiniz ama bu yetmez. Bunun daha sistemli, daha inandırıcı, belli bir mesleğin kurallarına göre yapılmasında fayda vardır. Eğer buna dikkat ederseniz, şeffaf olmayan, demokratik olmayan bu sürecin rayına oturtulmasında sizin de katkınız olabilir diyoruz.
Kitap zaten gazeteciliğe giriş kitabı olarak zaten yazılıyordu. Ama Gezi olaylarına rastlayınca içeriğinde bu yeni duruma yanıt veren bir takım bilgiler içerdi, öneriler getirdi. Türkiye'de gazetecilik bakımından neler yaşandığını, neleri götürdüğünü sergileyen bir kitap oldu.

"Türkiye'de etik ortada yok"

VOA: Türkiye'de medya etiği ne durumda?

K.A.: Türkiye'de medya etiği öteden beri çok konuşulmuştur fakat ortada olmayan birşeydir. Pekçok gazeteci bilmek ve öğrenmek istemez ama Cumhuriyet dönemi başında etik konusuna önem verilmiş bir dönem geçirdik. Etik kuralları belirlenmiş, gazeteciyi meslekten çıkarmayı konuşmuş bir dönemdi. Aradaki dönemi geçeceğim, uzatmamak için.. Türkiye'de bugün etik dediğimizde, gazetecileri birleştirmesi gerekirken parçalanmaya yol açmaktadır. Çok sayıda etik metni vardır. Meslek olmaktan çıktığı için ve örgütlenmede parçalanmışlık yayıldığı için... Üç, beş gazeteci için özel dernekler var. Parlamento muhabirleri, spor muhabirleri, magazin gazetecileri ayrı.. hepsi ayrı örgütlenme şemsiyesi altındalar. Tümüyle ortak ilkeleri de benimsemiyorlar. Aynı şeyleri savunuyorlar ama genel olarak meslekteki parçalanmış nedeniyle de bir araya gelmelerine de olanak yok. Etik denince işi iyi yapma, doğru yapma amacını taşıdığını ilkesini göz ardı ediyorlar. Türkiye'de etiğin kabul görmesi için siyasal iktidarın da düzenleyici rolünün olması gerekiyor. Orada bu tavır yok. Tam tersine basın dünyasını da bölmeye çalışıyor. Etik konusunda ortaklaşmış metinler vardı. Hükümeti destekleyen bir grup gazeteci de yeni bir örgütlenmeye gitti, onlar da metin hazırlıyor, kendi etik ilkelerini yaymaya uğraşıyor. Dışarıdan bakanlar için açıklaması zor, komik bir durum. Aslında tek etik vardır. Mesleğin iş yapma biçimini belirleyen bir etik... Doğru, gerçeklere uygun, hızlı haber vermeye öngören bir gazetecilik etiğini, Türkiye'de ne yazık ki son yıllardaki tuhaf gelişmeler ışığında, işe yaramaz, evrensel ölçülerden uzak, kendimize özgü bir yapıya getirmekle övünebilecek haldeyiz.

"Türkiye gençler nedeniyle umutlu"

VOA: Karamsar bir tablo çizdiniz. Türkiye'de gazetecilik için umut var mı?

K.A.: Dünyanın genel gidişatına baktığımızda, pekçok ülkede, demokratik ülkelerde bile basının ciddi bunalım içinde olduğunu biliyoruz. Demokratik ülkelerdeki ortamda yapısal değişiklik görülüyor. Olası olumsuzluklarını azaltabilecek bir uygulama ile yaşam devam ediyor. Bizim gibi çalkantalı bir ülkede ise.. Dünyanın neresinde yüzde elli oy alınca ülkenin bütününü yönetmek durumundasınız. Ama 'yarısı benden yarısı benden değil' diye bir tutum olunca tablo karamsar oluyor. Şundan iyimserim, gençlik olaya girmeye başladı. Bazı vazgeçilmez değerlere gençlik sahip çıktığı, Gezi bunun başlangıcı olduğu için iyimserim. Gençlerin 'Bu ülke bizim, biz burada yaşıyoruz ve biz insan haklarına saygılı, özgür, demokratik bir ülkede yaşamak istiyoruz' demeleri gelecek için de en önemli umut kaynağı. Ama siyasilere bakarsanız, bir toplumun çıkar ittifaklarıyla ileriye umutlu bakması mümkün değil. Türkiye umutlu çünkü gençleri devrede ve onlar geleceğe sahip çıkmaya çalışıyorlar.